24 Eylül 2010 Cuma

Hasret


San Francisco yer altı dünyasından sapasağlam döndüm cennet Portland'a. Gökyüzü pırıl pırıl. Hava tertemiz. Sis bastıkça San Francisco'yu içim daralmış, rahatladım şimdi.

Hiç yalan söylemeyeyim, sıkıldım oradayken. Tek başıma yudumladığım türk kahvemin dibini gördüm. Bitti. Kursun son günlerinde çok özledim ablamı, evimizi... Bir fincan kahve için herşeyimi verecek duruma geldim. Çünkü öylesine yoğun yaşadıktan sonra paylaşmak istiyorum, anlatmak. Ne facebook chatleri kar etti, ne skype konuşmaları. Hasretle iç çeker oldum. Sarılmak istiyorum. Koklamak istiyorum. Sıcacık bir dokunuş, bir tatlı söz, ablamın kendini yerime koyup içselleştirdiği yorumları bekledim,durdum. Düşündüm. Bir eğitim için ayrı kaldıysam beni en iyi anlayan, herşeyimi çözen, doğduğumdan beri geçtiğim tüm yolları avucunun içi gibi bilen ablamdan, tamamdır. Sabredilir; zaman geçer, gider. Eğer gezgin olarak uzaklardaysam o da tamam. Ki yolculuk en büyük eğitim süreci. Deneyimledim, biliyorum. Ama yaşamak için yani her gün sabah kalkıp, yogayla güne başlayıp; çalışmak, yemek yemek ve uyumak için ayrı kalmak istemiyorum ondan. Uzaklarda yaşamak istemiyorum. Her gittiğimde aynı hislerle döndüm ocağına. Neden zorlayalım ki hayatı? Belki bir eşim olsa, sonra çocuklarım; onlarla bir yaşam kursam kendime böyle hissetmem. Hiçbirşeyi yaşamadan bilemiyorum.

Annemin deyisiyle dut yemiş bülbüle döndüm San Francisco'da. Sabahları nata arkadaşlarımla birlikte amerikan kahvelerimizi yudumladık. 10 gün boyunca kahvenin yanında yağı azaltılmış kuruyemişli scone yedim. Ders sonrasında hepimiz o gün hangi harekette ne hissettiğimizi konuştuk ve ne kadar çok şey öğrendiğimizi. Öyle içsel bir çalışmaydı ki bu sohbet sonrasında gün boyu neredeyse hiç konuşmadım. Dilim tutuldu.

Hindistan'da adım adım hocamı aramıştım. Bir süre sonra da sadece iç sesimin benim hocam olduğuna karar verip vazgeçmiştim. Orada da pek çok öğretmenim oldu ama bana beni gösterecek, izinden gideceğim bir hocayla karşılaşmadım. Ne büyük bir hikmettir ki hocamı İstanbul'da buldum. Öğrenci hazır olduğunda hoca karşısına çıkarmış. Aslında insan hazır olduğunda karşısına ne isterse çıkıyor. Aramak boşuna. İlk gördüğüm andan beri hiç şüphe duymadım Zander Hoca'ya karşı. Sonsuz bir güven. Öyle yakın hissediyorum yani. Tam bana göre. Sınıfa konuşuyor, anlatıyor ama sadece bana konuşsa sanki aynı şeyleri söyleyecek. Her anlattığı hikayede kendimi buluyorum, kendimi görüyorum. Zander Remete tarafından 10 gün boyunca adeta kutsandık. Ve anladık ki Şiva dansını öğrenmek zaman alıyor. Neyse ki acelemiz yok. İçimize konulan tohumlar filizlenip büyüyecek. Tohumları hep sulamak şartıyla.

Oradayken yine aynı yere vardım, büyük şehirleri sevmiyorum. Hele tanımadığım, bilmediğim, yolumu bulmak zorunda olduğum şehirleri. Bir meşguliyet hali şehirde, bir koşturmaca , sert bir enerji. Çok şeker evleri, sokakları da var tabii ama yok, bana göre değil. Portland cenneti de o kadar minik bir şehir değil aslında ama yaşadığımız alan küçük ve bu küçük alanda aradığımız herşey var.

Daha önce hiç gece dışarı çıkmamıştım Portland'da. Gelmeden önce gördüm ki şahane bir grup çalıyor, Taarka. Eve geldim, eşyalarımı yerleştirdim, aldım bisikletimi, yola koyuldum. Dolunayla birlikte süzüldüm çalacakları bara doğru. Kapıdan girerken ilk şarkı başlıyordu. Düştüm filmin ortasına yine. Nasıl coşkuluyum, nasıl mutluyum geldiğim için, tarifi zor. Çok tatlı bir bar burası. Dans etmek isteyene
3 x 5 metre yer mevcut. Ben sakince köşeme oturup içimi müzikle doldurmak niyetindeyim. Yaseminli sıcak yeşil çayımı da aldım. Hiçkimse tekbaşıma gelişimi yadırgamadı. Mutlaka bir nedeni vardır diye düşünmüş olmalılar. Hepimiz mutlu mesut dinliyoruz işte kemanları. Gecenin sonuna doğru yeni bir grup da arkadaş edindim. Uçarak döndüm eve. Nata kursunun son zamanlarında içimdeki yılan kıvrıla kıvrıla yüzeye çıktığından beridir uykum gelmiyor pek. Ay ışığı odamın bir penceresinden diğerine kayana kadar açıktı gözlerim. Hayaller kurdum. Sabahlara kadar...Yepyeni hayaller...

Çok açık İstanbul'da neden dışarı çıkamadığım. Canlı canlı dinlemeye bayılıyorum grupları ama kalabalıktan nefes almak güç, yolda yürümek güç. 6 ayda bir iki kere toparlanıp atıyorum kendimi dışarılara ancak İstanbul'dayken. Pekçok şeyle başetmek durumundayım çünkü. Üşeniyorum. Bir de gece çıkma arkadaşlarım da yok artık orada. Benimle aynı müziği sevebilecek birileri pek yok. Her tür müziği ve gece çıkmasını seven bir can arkadaşım vardı. O da gitti , evlendi. Ne olmuş, evli insanlar arkadaşlarıyla dışarı çıkamaz mı eğlenmeye? Bizimki çıkamıyor. Türk usulü mü desem, saçma ilişkiler mi desem, ne desem? 6 yıldır gün geçtikçe daha da anlamıyorum bu durumu. Kendisi de anlamıyor ya her neyse...En azından çabalıyor şimdilerde. Onu da çok özledim...İçine girdiğimiz her türlü karanlığı kahkahalara dönüştürecek bir yetenek kendisi. Zaten bu özelliğine vuruldum üniversitenin ilk haftasında, usulca yaklaştım yanına. Alır mısın beni hayatına? Aldı. Ne kadar ayrı yollardan gitsek de hiç kopmadı yüreğimiz büyürken. Yanına vardım mı elele tutuşup yürüyoruz sokaklarda, birbirimize can veriyoruz. Ve gün gelecek dostluğumuz bambaşka diyarlara götürecek bizi. Yaşadıklarımız yanında gece çıkmalarımız bir hiç kalacak. Ömür boyu birlikte yol alacağız . Hayatımıza kimler gelip gidecek ama aramızdaki görünmez bağ bizi aynı ışığa yönlendirecek...Canarkadaşım içindeki cevheri farkedecek.

Önümüzdeki günler hasretimi geçiştirecek derecede yoğun. Yanlarında yaşadığım çift evleniyor. Güneşkız ve nişanlısı. 40 gün 40 gece sürecek kutlamalar neredeyse. Yazarım eğlenceleri. Siz bu arada kahvelerinizi yudumlamaya devam edin.

Hasretle,
Aylin

9 Eylül 2010 Perşembe

Bir Klasik


Bir yol daha..Portland'dan (Oregon) Oakland'a (Kaliforniya). Vakitlice havaalanındayım. Yolculuk için tek başıma kaldığım an önce yanıma ne almayı unuttuğumu hatırlıyorum. Hep böyle. San Francisco'nun sahil bölümünde yaşayacağım 15 günlük yeni evimde dvd izleme şansım olacak mı bilmiyorum ama shadow yoga dvdmi almayı unuttum. Bu yolculuğun amacı da büyük hocam Zhander Remete ile nata yoga kursu yapacak olmam. Shadow yoga dvdmin içinde nata yoga bölümü de var. Canlı olarak izleyeceğim zaten diye rahatlatmaya çalışıyorum kendimi.

Bol bol zamanım var , dükkanlara bakıyorum belki bir hediyecik bulurum diye. Karnımın açlığını ve buralardaki uçakların türk usulü ikramları olmadığını hatırlayıp portakallı domates çorbası içiyorum. Bir de zor anlar için güzel bir sandviç alıyorum,italyan reçeteli. Kitaplara bakıyorum ve elektronik eşyalara...Havaalalanı internetinden yararlanıp ablamı aramak istiyorum ama bakıyorum saat yaklaşıyor. Uçağıma bineceğim kapıya doğru yürümeye başlıyorum. Aslında bu yönde yürümeye çoktan başlamıştım ama uzakmış. Hızlanıp yürüyorum.

Bir güvenlikten daha geçeceğimi görüyorum hem de ayakkabıları çıkararak. Burada kimse kızmıyor ayakkabıları çıkaracak olmamıza. Kimse söylenmiyor. Türkler şikayet etmeyi ne kadar da çok seviyor. Eckhart Tolle toplumların da insanlar gibi acı bedenleri olduğunu söylüyordu, ortak yaralarımızdan bahsediyordu. Acı beden hep beslenmek istiyor ve Türkiye'li acı bedenlerin en sevdiği şeylerden biri de şikayet etmek bence. Amerikalılarınki ne acaba derken bakıyorum uzun sıra geçmiş, ayakkabılarımı çıkarıyorum.

Hindistan'dan getirdiğim bakır su şişemi de kontrolden geçtikten sonra uçağa binmeden önce tuvalete uğrar dökerim diye düşünüyorum. Uçağa likit almıyorlar ya, aklımda yani...Çantamdan bilgisayarı da çıkarıyorum kontrol için. Ben geçiyorum öten aletten ötmeden , çantam geçemiyor! Su büyük problem! Diyorum ki hemen dökelim çöp burada, rahatlama odası (tuvalet) hemen buracıkta zaten, ben de uçağa binmeden önce dökecektim. Türk pasaportumu neşe içinde karşılayan polis konu su olunca sesini ciddileştiriyor. Amerika kanunları böyle diyor, sıradan çıkacaksın onu boşaltıp öyle geleceksin. Tekrar mı bu uzun sıraya gireceğim? Uçağıma az kaldı ama diyorum beni döndüğümde sıraya kaynatır diye ama nafile..Durum çok ciddi. Yüzler asık! Kocaman adımlarla kabullenip ilerliyorum rahatlama odalarına doğru. Biliyorum ben uçak kaçırmam ama yine de korkuyorum işte. Ya bu sefer kaçırırsam? Sıra tekrar bana geliyor. Bu kez panik ve sinirden bilgisayarı çıkarmayı unutuyorum. Aynı polis geliyor, çantam bir kez daha geçiyor, ben bekliyorum. Ben polisten özür dilemeye çalışırken polis koş diyor, daha çok yolun var KOŞ!

Gözlerim kocaman koşmaya başlıyorum. Kalbim yerinden çıkacak gibi. Yürü yürü bitmiyor sanki yollar. Olamaz hayır olamaz diye diye hızla ilerliyorum. Korkunç bir enerji tarafından kuşatılıyorum. Tüm vücudumu kaplıyor. O an başlıyorum 3 kulluvallah bir elhamla koşturmaya. Çocukluğumdan beri en korktuğum anlarda aklıma gelen kutsal sözler bunlar. Bir de son yıllarda om nama şivaya eklendi belleğime, benliğime. Artık garantiledim korkunç anlardan sıyrılmayı. Gerçi bir tatlıcık arkadaşımın söylediğine göre ayetel kürsi de öyleymiş. %100 sonuç veriyormuş. Ben onun tamamını ezberleyemedim, hep kopya çektim. Koşuyorum. Om nama şivaya,om nama şivaya,om nama şivaya...Evet diyorum daha kursa iki gün var. Kaçırırsam da bir şey olmaz. Bir sonraki uçakla giderim.Ölüm yok ya ucunda korkma, üzülme. Paradan başka bir şey kaybetmem şu hayatta bir uçak kaçırmayla. Hayır korkuyorum, ne derim ablama, ne derim Defne'ye? Havaalalanındaki tüm ışıklar birbirine giriyor. Çin'de ya da Tayland'ta bir şehirde akşam saatlerine benziyor görüntüler. Yazılar, yanıp sönen uyarılar, reklamlar... Kaos.

Varıyorum kapıya. Kimse yok. Bir hostes kız yaklaşıyor paniğime. Eylin sen misin diyor. Adımın nasıl yazıldığını görenler adımı 'Eylin' sanıyor burada. Evet diyorum. Tamam balım diyor sakin ol bi kontrol edeyim hala acık mı kapı bakalım. Bir OK almam gerek canım. Bekliyoruz. Kapıya o an büyüler yapıyorum, reikiler gönderiyorum. Ve açılıyor. İçeri girdiğimde herkes bana bakıyor. Eskiden olsa daha çok utanırdım ama bu kez hepimizin başına gelebilir ifadesiyle ilerliyorum koridordan. Herhangi bir yere oturuyorum nefes nefese, şaşkın. Bir elimde boş bakır şişem, bir elimde italyan sandviçim.

Gülümsüyorum. Bu noktaya pekçok defa yaklaştım ama hiç uçak kaçırmadım. Kapılar hep açıldı benim için. Karneme hiç kırık getirmedim. Son anda , kurtarma sınavıyla, kanaatle, hocaların önünde ağlamalarımla, dualarımla..

Uçak havalanırken neden bu kadar korktuğumu düşünüyorum. Aptal durumuna düşmekten korkuyorum. Aptal olduğumu düşüneceklerinden korkuyorum. Böyle bir salaklığı ,böyle bir dikkatsizliği yapmak çok fazla geliyor. Hala hakkımda ne düşüneceklerini tartıp duruyorum. Geçecek bir gün biliyorum. Giderek azalıyor çünkü. Herkesi takmıyorum artık. Sadece benim değer verdiğim, benim için önemli ve kıdemli insanların ne düşüneceğini önemsiyorum. Eğer böyle bir hata yaparsam sevmeyecekler sanki beni bir daha.

Davranış kalıplarımı her farkedişim biraz daha alan açıyor içimde. Sivrisinek dediğimiz tittibasanada daha rahat, daha uzun süre kalabiliyorum. Çok seviniyorum.
Şeker bayramlar olsun size...bana natabayram.

Aylin

1 Eylül 2010 Çarşamba

Yağmurla gelen...


Geldiğimden beri ilk kez yağmur yağdı. Bütün gün. Ağustosun son günü. Ben yağmura hazırdım,hatta bugünü bekliyordum diyebilirim. Geldiğim ilk hafta vegan ve fiyakalı yağmur botlarımı almıştım. Koca kışı İstanbulda ya ayaklarım ıslak gezerek geçirdim, ya da 2005ten kalma ablamın hiç sevmediği kara çarşafı andıran adidas ayakkabılarımla. Yağmur botum yoktu ama kar çizmem var çok şükür. Belki onlar da 2005 modeldir hatırlamıyorum ama yepyeniler hala. Onlarla en güzel anım kapadokyada ıhlara vadisinde oldu,çok işime yaradılar gerçekten. Karda trekking yapıp, mağarada yaşamak için en uygun çizmeler onlar değilse de beni sıcacık tuttular. Sonra da Kazakistana kadar beraberdik.

Ayaklarıma pabuç bulma işim zor benim. Deri ve türevlerinin tenimde bıraktığı hissi sevmiyorum. E biraz veganlık da var tabii kanımda. Karnımı doyurmaya gelince veganlık işime gelmiyor. Yoğurtsuz ve beyaz peynirsiz yaşamayı gözüm yemiyor. Ama ayaklarımın ya da ellerimin deriye dokunuşu tüylerimi kabartıyor. İşte bu şekilde hep bot bakındım İstanbulda. Bulamadım. Plastik yağmur botlarından bile kendime göresini seçemedim. Buraya gelir gelmez bizimkilerle karşılaşınca hiç düşünmeden aldım. Biraz giymesi yürek istiyor, üzerinde yeşil bantları, çizgili kumaşı falan var. Normalde yeryüzüne en yakın şekilde yaşamayı seviyorum, bunların kauçuk tabanları biraz yüksekçe.

Yağmuru görür görmez sevinçle geçirdim ayaklarıma botlarımı, uzun şeffaf yağmurluğumu da giydim. Atladım bisikletime, yollara düştüm. Ohhh! Serin hava, ne güzel de esiyor derken eskilerde buldum kendimi. Küçükken Kurşunluda yazlığımız vardı. Çocukluk maceralarımın merkezi. Ağustos 15 oldu mu yağmurlar ara ara içimizi serinletmeye başlardı. Daha okullar kapanmadan önce o yağmur günlerinde ne giyeceğimi planlamaya başlardım ben. Yanıp kavrulduktan, kapkara olduktan sonra gelen serinliğe hazır olmak isterdim. O gün denize girmek yok, havuz yok, güneşlenmek yok. Herkes bocalardı biraz. Bense hazırdım eşofmanlarım ve test kitaplarımla. Evde annemle vakit geçirirdim, bol bol test çözerdim. Sahile inip iğde ağaçlarının altında arkadaşlarımla sohbet ederdim. Sonra iğdeleri kontrol ederdik bir iki ağzımıza atıp. Burkulan ağzımızın cevabı hep aynı "daha değil, eylülde kıpkırmızı olunca yenebilecekler". Okullar açıldıktan sonra havalar hala güzel gittiği için insanlar haftasonları yine giderlerdi yazlığa. Biz hiç gitmezdik. "Temelli" (böyle denirdi) Bursaya döndük mü bir dahaki yaza kadar...

Benim bir de yazlık sevdiceğim vardı.İlk aşkım o muydu bilemiyorum. Öyle çoklardı ki hangisine ilk derim çözemedim şimdi. Bu yazlıktakiyle 4 yaz boyunca çıktık. İlkokuldan beri gözüm vardı onda benim. Kral kraliçe oynarken bana gelirse kalbim çarpardı. Saklambaçta beraber saklanmaya bayılırdım. Ancak ortaokulda başladık biz. Kışları da aynı okuldaydık aslında ama selam vermezdik birbirimize. Bir üst sınıftaydı. Ben isterdim konuşmayı, gülen kara gözlerine bakmayı. O istemezdi, nedenini o zaman da anlayamadım pek. Arkadaşları ilişkimizi bilsin istemezdi, utanırdı. Kendi kış dünyasına beni almak istemezdi. Bazen bakışırdık ama genelde kaçardı benden. Çok ağladım onun için kaçmasın diye, yanımda olsun beraber bir kış dünyası yaratalım diye. O benimle yazları takılmak istiyordu, o kadar. Peki o kadarsa neden kafeterya denilen o alanda ben paten kayarken izliyordu gözlerini ayırmadan? Neden göz kırpıp aklımı alıyordu?Neden akşamları annemler uyuyunca gelip balkonun önünde benimle sohbet ediyordu?

Sırlarla dolu insanoğlu. Daha o zaman anlamalıydım karşımızdaki insanın gerçekte neler yaşadığını, ne hissetiğini bilemeyeceğimizi. Hep ispatlamak istedim ben. Biliyordum onun da yüreği benim için çarpıyor, hissediyordum ama bunu hem kendime hem ona hem de diğerlerine kanıtlamak istiyordum. Yoksa ben deli miyim 4 yaz boyunca beni sevmeyen biriyle olacağım?

Sahilde ne çok Sezen Aksu şarkıları söyledim onun için. Ezberledim, sandım ki sesimi beğenir de aşık olur bana. Sandım ki sözleri üstüne alınır da anlar beni. Çok güzel zamanlarımız da oldu maceradan maceraya koştuğumuz. Arka taraftaki evlerin bahçelerinden meyveler yürüttüğümüz, zillere basıp kaçtığımız, karamuk toplamaya gittiğimiz, çekirdek çıtladığımız, papağanda pideler yediğimiz, ilerideki sitelere yürüyüşler yaptığımız, kayığa yüzmelerimiz, taş iskelede yatıp dalgaların üzerimizden geçmesini heyecanla beklediğimiz, dağa pikniğe çıktığımız, roma dondurmacısında geçen akşamlarımız, yıldızlar altında duygulanmalarımız, arabesk dinleyip uludağ gazozla güzel marmarayı karıştırıp içtiğimiz...Ne kadar uzundu yazlar biz küçükken...

Biz biraz büyüdük ve ilişkimiz bitti. Onunla uğraşmayı bıraktım. Daha çok sevileceğimi sandığım başka aşklar buldum kendime. Beni yaz kış sevecek birilerini...

Bugün saçımı iki kuyruk yaptım. Türkiyede saçımı böyle toplayınca çok dikkat çekiyorum. "30 yaşında rastaları olan bir kız saçını iki kuyruk toplarsa, bakarız böyle" diyor yanımdan geçen herkes sanki. Oysa ben dikkat çekmek istediğim için değil, mutlu hissettiğimde, içimdeki çocuğa yakın olduğumda saçımı böyle toplamayı seviyorum. Burada çok normal, kimse dönüp bakmıyor bile. Bakarsa da beğenmiştir,ya bunu hemen dile getirir ya da bir gülümseyişle içimi ısıtırlar. Sokaklarda saçını iki kuyruk yapmış bir dolu kız
var. Hepsi de mutlu görünüyor. Acaba bugün onlar da içlerindeki çocukla konuşuyorlar mıdır?
portland
Aylin