7 Aralık 2010 Salı

kurtlarımı döküyorum!






İstanbul ve ben ayrılıp ayrılıp barışan sevgililer gibiyiz. Hani benim çok çok kızdığım bir türlü anlayamadığım ilişki türü var ya.. Liseden kalma sevgilinin üniversiteye uzaması gibi. Aralarındaki ilişkinin bittiğini kabul edemeyen, ‘onsuz ne yaparım?’cı sevdalılar gibiyiz. Bir türlü tam olarak kopamıyoruz birbirimizden. E ne de olsa çocukken başladı benim İstanbul aşkım. Her defasında biraz daha kırgın başlıyor iki taraf da ilişkiye. Bir süre sonra eski günlerin hatırına alışıyoruz birbirimize. Neredeyse bir aydır İstanbul’dayım. Su gibi geçti zaman yine ben yeniden alışmaya çalışırken. Herşey aynı bıraktığım gibi, ben hasretten hatırlamaz olmuşum gerçekleri. Şimdi hepberaber gözlerimin önüne seriliyor tüm gerçekler. Tüm güzellikler,keyifler ve İstanbul’un acıları.


Bayramdan birkaç gün önce ulaştım memlekete. Uçak savrukluğunu daha üzerimden atmadan Bursa’ya gittim annemlere. Orada da herşey aynı. Aslında çok şey değişiyor bir yandan. Bursa’nın bir bölümü benim çocukluğuma ait sadece. Hani o Portland’ın dökülmüş yapraklarını benzettiğim adı üstünde ‘yeşil’ semti. Yeşil’de de kuru yaprak halısının üzerine basarak yürürdüm. . Portland’daki akçaağaçlar (maple yani) bana yeşildeki çınarları hatırlattılar oradayken. Şehir giderek büyüyor, annemler ev değiştirip duruyor. Ama herşey aynı evin içinde. Kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bayramda gelen misafirlere tatlı ve çay ikram ediyoruz ablamla. Kolonya ve şeker tutuyoruz gülümseyerek. Annemlerin tanıdığı bizim hiç görmediğimiz bu insancıkların meraklı gözleri üzerimizde, kurban edilmişlerin hikayeleri kulaklarımızda bir tabağa iki tatlı iki tuzlu koyuyoruz. İki tatlı - iki tuzlu.


Sonra kuzenlerim de geliyor. Onlarla paylaştığım çocukluğun ardından yılda ancak bir iki kez görüşebiliyoruz. Bayramdan bayrama desem bile olmaz. Bazı bayramlarda da yok oluyorum ben buralarda. Bir tanesi her defasında sitem ediyor anneanne gibi. ‘ Valla’ diyor ‘yıllardır görmüyorum ben seni.’ Neden neden neden? İsyanlarda kendisi. Ne desem , nasıl yatıştırsam bilemiyorum. Yok canıııım diyorum abarttın sen de! Ama bir türlü hesaplayamıyorum en son ne zaman görüştüğümüzü. Neyse çok uzatmadan dolmalarda buluşuyoruz. İyi ki yapmış annem bu dolmaları. Biraz daha zaman geçince içlerinden biri topuz yapıp saklamaya çalıştığım saçlarımın arasından bir rasta çekiştirip çıkarıyor. Yalancı diyor senin değil bu saç , gerçek değil, takma! Hay allah ne diyebilirim ben şimdi… Saçlarım incelenirken tamamen açma tekliflerini reddediyorum. Kuzenlerimin eşleri var, çocukları var boy boy. Kendi hayatları var yani dolu dolu. Beni neden takarlar kafalarına?. Çocuklardan konuşsak mesela? Nasıl fikir? Saç modellerini araştırmak için de internete baksak…Ya da kuaförlere danışsak. Birbirimizin kafasını daha fazla karıştırmasak. ..


Anneanne , babaanne ve büyükannemizi de ziyaret edip anıları tazelerken lokmaları , lokumları da götürüyoruz mutlu mutlu. Çok şükür herkes iyi ve aynı! Değişen tek ben miyim? Ya da onlar değişikliklere öyle güzel adapte oluyorlar ki hiç çaktırmıyorlar değiştiklerini. Büyükanneme vardığımızın üçüncü dakikasında birlikte yoga ve meditasyon yapıyoruz. Benim büyükannem muhteşem bir kadın. Herşeyi bilir. Bilmediğini de öğrenmek ister. Biz de ne öğrenmek istesek önce ona danışırız. Mutlaka biliyor olur. Kumaş boyamayı, sirke yapmayı, dikiş ayrıntılarını, bardak çekerek sırttaki ağrıları yokemeyi vs. Bazen de ne olduğunu bilmeden yaptığı garip hareketler vardır. Bir kısmını biz yogada yapıyoruz… ‘Anlanmak’ der o yaptığı hareketlere. Benim büyükannem sihirlidir. Sihirli büyükanne! Bir defasında yeni evlerine taşındıklarında güneş o kadar güzel batıyormuş ki Uludağ’ın ardına, videoya almış. Almış ki ne video! Biraz üzerinde oynansa Barselona’da modern sanatlar müzesinde video art olarak gösterilir ‘sihirli büyükannenin sihirli işleri’ adı altında.


Bayramın üçüncü günü bize müsaade! Bir dahaki sefere Portland’ı anlatırım doya doya. O kadar da merak etmiyorlar zaten oraları. Beni şimdi yanlarında görmek onlara yetiyor. Yolda İznik’’e uğruyoruz benim gezgin ruhumun isteğine uyarak. İznik çok güzel. Bayram kalabalığı falan dokunamıyor güzelliğine. Orada öylece duruyor Osmanlı İmparatorluğu. Avlularla içimizi ferahlatıp, İznik’in turkuazına dokunup, öyle dönüyoruz İstanbul’a.


Pek evden çıkmıyorum burada. İlk geldiğim hafta bir partiye gittim o kadar. Partilere yalnız gidiyorum ama içeride parti arkadaşlarım var. Sabah 6lara kadar dans edip kurtlarımızı döküyoruz(mecazi anlamda). Portland yoga macerasının mezuniyetini kutladım adeta.

Karıncaların arasına kaynayıp yürümek istemiyorum hala. Sabah erkenden yogam ve ben varız. Sonra kahvem ve ben vardı geçen haftaya kadar, şimdi detoks dönemi. Yine döküyorum kurtlarımı (gerçek anlamda). Bir hafta sürecek bu evrenle birlik halimi derinden hissedişim. Çok mutluyum. Kolay da değil hani. Ruh gibi duruyorum öylece. Önce ev detoksu yaptım. Odamı düzenledim, attım , verdim ve yerleştim. Sonra vücudumun detoksu. Bizim ortaköydeki aktar benim botoksa ihtiyacım olmadığını düşünse de ben yok yok diyorum detoks bu, herkesin ihtiyacı var :)


Hoşgeldim görüşmeleri bitmek bilmiyor bir yandan. Görüşmeleri genelde sultanahmet’de gerçekleştiriyorum. Müzeler ve camiler eşliğinde. Beyoğluna varmıyor ayaklarım. Dansa başladım yeniden. Vücut ne garip bir şey. Öğrendi mi unutmuyor. Sanki sadece iki hafta önce dans etmişim gibi hemen hatırlıyor teknikleri. Hop yere düş ve kalk; kapan ve açıl merkezden. Dans meğer bisiklete binmek, araba kullanmak gibiymiş. Unutulmazmış. Yogamın faydasını, vücudumun hafifliğini hissederek dans ediyorum eski ve yeni arkadaşlarımla.


Pazara gittik dün. Bolluk bereket dolu memleketim. Kilolarca sebze ve meyve sahibi olduk. Detoksa destek amaçlıydı pazar seferimiz. Zira havalar bahar gibi 25 derecede gittikçe kış sebzeleri çıkamamış,çıkanlar çok pahalılanmış, bizim manav da zorda kalmış anlaşılan. Manavımız güzelliğini yitirmiş. Pazar pakladı bizi. Burada hem sağlıklı, hem leziz besleniyorum. Ablamın portakal suyu ile pişirdiği mandalinalı ve armutlu kereviz yemeği güzel bir örnek sınırsızca yarattığı tatlar arasında.


Atölye çocukevi beni bekliyor hala, bu hafta kavuşacağım çocuklara. Türünün tek örneğiyim ben. Yavaş bir insanım. Yıllar ve yollar içerisinde ne kadar hız tecrübesi kazansam da yavaş yavaş ilerliyorum hayatımda. Emin adımlarla. Sürekli yeni yol planları yaparak geçiyor günümün belli saatleri. Ne zaman, nereye gidebilirim? Yogamla birlikte nerelere varabilirim? Hangi diyarlar bekliyor beni? Ben bu istanbul’da duramıyorum. Başka hayatların mümkün olduğunu bile bile burada uzun süre kalamıyorum. Korkmayın hemen gitmiyorum. Şimdilik buralardayım. Aklımdakilere kalbimi katarak materyalize edeceğim ve sonra uzaklaşacağım. Yine ziyaretinizde bulunurum ara ara. Hem sizleri seviyorum, hem de İstanbul’u. Olduğu gibi. Herşeyiyle kabul ediyorum varlığını.
Aylin

18 Ekim 2010 Pazartesi

Turuncu kafa!


Nehirlerin dibine vurdum. Yeryüzüne çıkmam bir süreç... Göklerde uçtum toprakanaya inmem zaman aldı. Duygularıma kapılmadan, inişler çıkışlar olmadan bir düzlemde yaşamak daha sağlıklı olurdu. Ama ben tüm çabalarıma rağmen içime gömüldüm. En derinlerimde kendimi keşfettikçe herşeyin olması gerektiği gibi olduğuna bir kez daha inandım. Ne istiyorsam geliyor hayatta. Doğru zamanda ve doğru yerde. Hayatın kendisine hep güvendim. Akışın beni götüreceği yerden korksam da yüreğimdeki sevgiyle bıraktım kendimi dalgalara..Köklerim sapasağlam, yıldızım parlıyor. Pekçok defa benzer yollardan geçtim. Her defasında yeni bişeyler öğrendim. Farkına vardım. Tesadüf yok. Herşeyin bir nedeni var.
.................................
Kendime kızıp duruyorum. Az konuşuyorum ya her ağzımdan çıkanı tartıyorum. Yankılanıyor zihnimin içinde her soylediğim. Hatalarıma, kullandığım sözcüklere, düşünme şeklime kızıyorum. Yoruldum kızmaktan. Kızdığıma kızmaktan. Düşünme kalıplarımın nedenlerini bulup, kırıyorum zincirleri.

Sözlerim gümüş olsun istiyorum, sukunetim altın!

......................................

Hava serinledi iyice. Hala bisikletle takılmak çok güzel. Haftasonu yeni bir çift arkadaşımın evinden evime dönerken şehir öyle sessiz ve sakindi ki neredeyse ıssızlıktan korkacağım. Bu yeni arkadaşlarımı çok sevdim. Bana beni hatırlattılar. Maya takvimine daldık birlikte. Bir cumartesi akşamı istanbul'da bir arkadaşımın evinden eve gitmeye çalıştığımı düşündüm. Şu anda hiç istemediğim birşey bu. Suyum ben yaşadığım yerin şeklini alıyorum. Sakinse ben de sakinim. Yeni arkadaşımla new renaissance adlı ruhani kitapçıya gittik pazar günü. Şehrin merkezine bisikletle! Köprüden uçarak, yağmur çamur demeden...

..........................................

Güneşkız ve eşi balayına daha doğrusu balhaftasına gittiler, balev de bana kaldı. Bendiri, yünlerimi salona indirdim. Dans ettim, şarkılar söyledim, film izledim, sessiz günler de geçirdim. Helva pişirdim. Türk kahvesinin yokluğuna alışamadım. Alışmak da istemiyorum. Tulumbanoktacom'dan kurukahveci mehmet efendimi ısmarladım. Günler geçti, gelmedi. Varsın olmasın dedim, gidip kendime yeni bir çay aldım. Yaseminli yeşil çay. Yetmedi. Yunan marketine gidip yunan kahvesi aldim. Ertesi gün geldi tulumbacilar. Bir de Defne'nin arkadaşı Yasemin de getirmis bana. Cok sukur...Yudumluyorum...

...........................................

Tavukları evlerine koymam ilk gün birbuçuk saatimi aldı. Her yöntemi denedim. Gel bili bili, kış kış kış, sevgili Nevin'den öğrendiğim çekçe naaaa pipipi naaaaa! Yemekle kandırmaya çalıştım. Sokağın ortasından eve doğru çekirdek ve mısır karışımıyla bir yol çizdim. Yiyerek takip ederler diye...Yok, olmadı. Teker teker yakalamam gerekti. Komşuların bahçelerine kaçıyorlar, çalıların arasına giriyorlar. İkinci gün beni izlemeye başladılar bile, beşi birden. Nereye gitsem arkamdalar, pıtır pıtır geliyorlar peşimden...

............................................

Geçen gün Defne yogada bir hareketimi düzeltti, ben de böylece öğrendim ve daha dikkatli yapmaya başladım. Ama o an, hatamı bana gösterdiği an öyle bozuluyorum ki...Bağırıyor içim kendini korumaya alarak : 'düzgün yapamadım çünkü tam 7. kez yapıyorduk aynı hareketi. Gücüm kalmadı. Yoksa nasıl yapılacağını ben de biliyorum.' Kim bilir suratim ne halde icim bagirirken. Heh heh! Defneye sormalı..

'Hayır bilmiyorsun bızdık' diyorum bunun üzerine. Kendime gülüyorum. Neden bozuluyorum bilmediğime? Yanlış yaptığıma? Herşeyin doğrusunu bilemem. Ne saçma! Söylemese daha mı iyi? O zaman neden hocam o benim?Elbette gösterecek yanlışlarımı...

...........................................................................................

Aşk geldi, pencereden bakti, el salladi ve gitti son haftalarda.

Böylece geçmişteki aşklarla yüzleştim teker teker. Ay ben seninle olayimizi halletmiş, özürümü etmiş, teşekkürümü bildirmiş, yollarımızı çoktan ayırmıştım. Meditasyonlarda vedalaşmış, terapilerde bulunmuştum. Pardon nereden cıktın? Nedir halledemediğimiz? Gelme rüyalarıma. Bittin sen çoktan. Taşımak istemiyorum yükünü. Yalvarıyorum bırak beni. Bırakayım seni. Temizleneyim. Yıkanayim. Su şifa olsun, yıkasın geçmişi.
Yıkanıyorum.

Defne bu konuda da göstermeye çalıştı yanlışlarımı. Kokia konuştu defalarca bana. Kendimi görmem için yeni yollar açtı.

Sarsıldım!

Ben aşkı bi şekilde başka türlü öğrenmişim.

Aşkı benden iyi bilen olmaz diye düşünürdüm eskiden ama şimdi diyorum ki herhalde bende bir yerde hata olmuş.

Bakar mısınız? Aşk'ı baştan öğrenmek istiyorum ben.

Hindistan'da nasıl herşeyi bizden başka biliyorlar. Bizim ayıp dediğimiz, olmaz dediğimiz şeyler orada normal ve olur şeyler. Yemeği ellerimizle yemek gibi. Çünkü bambaşka koşullarda, başka şekilde yaşıyorlar. Oradayken nasıl da bildiğim , öğrendiğim neredeyse herşeyi baştan öğrendim. Zaman geliyor oradaki normal olan şeyleri olduğu gibi kabul edip yaşıyor insan.

Aşk da böyle olsun istiyorum iste. En baştan öğrenmek, aşk nedir? Bildiklerimi bir kenara koyup başlamak aşka.

Benim bildiğim 'aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk!'.

Aşk uğruna kurban olunmalı.

Son yıllarda yaşadıklarımdan öğrendiğim , gördüğümse böyle değil. Aşk için ölünce 'aşk' ölüyor.
Kurban olunan aşklar ya türk filmlerinde ya da ben kurban olduğumla kalakalıyorum.

4 günlük bir şey nasıl oluyor da beni bu denli yoruyor ve üzüyor. Nasıl buna izin veriyorum? Üzülmemeliyim deyip yan tarafıma çekemiyorum konuyu. Denedim, olmuyor.

Acı hissediyorum içimde. Derin bir acı. Bu acıyı itemiyorum geri. Acı geliyorsa kabullenip acıyı yaşıyorum.

Ama çözmek istiyorum neden bu acı , hep aynı acı! geliyor her aşkta.

3 yıl ,3 ay, 3 gün olmuş farketmeden.

Nasıl bir boşluk var içimde ve ben aşkla o boşluğu dolduruyorum. Aşk gidince o boşlukta beni acı bekliyor. İhtiyacim var sevilmeye, övülmeye,beğenilmeye...Onlar olmayinca idrak edemiyorum güzelliğimi. Ben tanrıça olayim. O tanrı. Birleşelim.

Kaçamıyorum.

Her an her cümlemiz kafamın içinde tekrar ediyor. Nasıl da güzel bir ruh yarabbim. Ne güzel yaratmışsın. Ne yumuşak bir kalp. Nasıl da bilge...hayran kaldım.

Gülümserken buluyorum kendimi. Aşkın olma ihtimaline gülümsüyorum.
Olmadığını bile bile.
Sonra 'çık hayatımdan' diye bağırıyor içimde bir ses.
Oysa çoktan çıktı. Hatta hiç girmedi bile bu kez hayatıma.
Neye ve kime bağırıyorum?
'Gitmesine izin veriyorum'a çeviriyorum içimdeki sesi.

Nasıl bir acı bu? Kalbimdense karnımın tam ortasında derinde bir acı...içimdeki çocuğun acısı,ruhumun- merkezimin acısı. Karnıma birsey saplanıyor sanki ve titreterek, hıçkırtarak çıkıyor sonra.

Ve acı istemiyorum ben. Bu acıyı dönüştürmek istiyorum.

Her ne olursa olsun bir günlük de olsa aşka değer. Çünkü aşk çok güzel diyorum.
Etrafımdaki tanıdığım ve tanımadığım insanlara gülücükler saçıyorum aşık olunca. Kimyam değişiyor. Ve elimden hiçbirşey gelmiyor. Aşk geldiğinde 'yok ben almayayım, iyiyim böyle' diyemiyorum. 'Hoşgeldin' diye kollarımı açmaktan alıkoyamıyorum kendimi. 'Ben hazır değildim aslında ama madem geldin demek ki zamanı gelmiş' diyorum.

Bir de herşeye ne kadar çok anlam yüklüyorum. Tesadüf yok ya bana göre; bir gün önce tüm benliğim ona doğru çekilirken , ertesi gün yolda karşılaşmamızı tesadüf olarak göremiyorum. Sanki allah tarafından böyle isteniyor ve buluşturuluyoruz diye düşünüyorum. it is meant to be misali...

Bu benim yüklediğim anlam doğru değil , şimdi görüyorum ama bilmek istiyorum. Ne oluyor? Nasıl oluyor da karşılaşıyoruz peki? Nasıl öylesine yakın hissediyorum kendimi ona. Nasıl bir bağlantı hissediyorum aramızda? Birbirimizi yıllardır tanıyormuşçasına yakın...Benim hissettiklerim hikaye mi?Hislerimi de mi kurguluyorum? Çok korkunç! Gerçek değil mi? Nasıl güveneceğim hislerime?

Kalbimin çarpmasına bayılıyorum. Her Allah'ın günü böyle bir heyecanla kalmak istiyorum.

Ama bu kadar zor olamaz aşk..Yiyemiyorum, içemiyorum, uyuyamıyorum.
Ben bir yerlerde hata ediyorum.

Aşk dünyam çöle dönmüşken bir anda sanki şelaleler coşuyor, mucizeler gerçekleşiyor. Bir bakış, bir gülümseyiş kalbimi hoplatıyor. Aşık olmaya aşıgım ben en çok.

Peki çektiğim melek kartları, tarot kartları nasıl oluyor da beni onlar da kandırıyor. Olacağına inandırıyor beni. Olmadığını gördüğümde tekrar çekiyorum kartları 'bana bu kez ne söyleyeceksiniz bakalım ' diyerek. Neye ihtiyacım varsa onu söylüyorlar o an. Enerjimi nereye yönlendirmişsem oraya dokunuyor hepsi. Tüm yollar, tüm kartlar aynı kapıya çıkıyor.

Enerjim ona doğru akmasın artık. Kendime döneyim diyorum. Yaşadıklarıma da hala şükrediyorum. İnsan kendini aynasinda goruveriyor iliski icindeyken. Hiçbir kıpırtı olmamasından iyidir diye düşünüyorum.
Benim hissettigim aşk değilse ne peki? Bilmek istiyorum.
Neyse ki hayat uzun. Ve benim daha çok zamanım var aşka.
Aşkın her halini yaşamaya.
Cesaretim eksilmiyor adeta daha da yürekleniyorum yeni aşka.
Bıkıp uslanmak nedir bilmiyorum.
Düşünerek bulamazsın diyorum.
Dualar ediyorum.
Defalarca aynı mantrayı tekrar ediyorum:
Hayata güveniyorum. Hayatımda herşey yolunda, ilahi ışık benimle.. Karşıma çıkan herşeyin bir nedeni var. Bana öğretmek ve beni büyütmek üzerine.
............................................
Ayın haresi turuncu bu gece. Benim de en sevdiğim renk turuncu oldu burada, hemen her yerde yakalıyorum turuncuları.
Yeni aşk bir turuncu kafa olabilir mi :)
Aylin

24 Eylül 2010 Cuma

Hasret


San Francisco yer altı dünyasından sapasağlam döndüm cennet Portland'a. Gökyüzü pırıl pırıl. Hava tertemiz. Sis bastıkça San Francisco'yu içim daralmış, rahatladım şimdi.

Hiç yalan söylemeyeyim, sıkıldım oradayken. Tek başıma yudumladığım türk kahvemin dibini gördüm. Bitti. Kursun son günlerinde çok özledim ablamı, evimizi... Bir fincan kahve için herşeyimi verecek duruma geldim. Çünkü öylesine yoğun yaşadıktan sonra paylaşmak istiyorum, anlatmak. Ne facebook chatleri kar etti, ne skype konuşmaları. Hasretle iç çeker oldum. Sarılmak istiyorum. Koklamak istiyorum. Sıcacık bir dokunuş, bir tatlı söz, ablamın kendini yerime koyup içselleştirdiği yorumları bekledim,durdum. Düşündüm. Bir eğitim için ayrı kaldıysam beni en iyi anlayan, herşeyimi çözen, doğduğumdan beri geçtiğim tüm yolları avucunun içi gibi bilen ablamdan, tamamdır. Sabredilir; zaman geçer, gider. Eğer gezgin olarak uzaklardaysam o da tamam. Ki yolculuk en büyük eğitim süreci. Deneyimledim, biliyorum. Ama yaşamak için yani her gün sabah kalkıp, yogayla güne başlayıp; çalışmak, yemek yemek ve uyumak için ayrı kalmak istemiyorum ondan. Uzaklarda yaşamak istemiyorum. Her gittiğimde aynı hislerle döndüm ocağına. Neden zorlayalım ki hayatı? Belki bir eşim olsa, sonra çocuklarım; onlarla bir yaşam kursam kendime böyle hissetmem. Hiçbirşeyi yaşamadan bilemiyorum.

Annemin deyisiyle dut yemiş bülbüle döndüm San Francisco'da. Sabahları nata arkadaşlarımla birlikte amerikan kahvelerimizi yudumladık. 10 gün boyunca kahvenin yanında yağı azaltılmış kuruyemişli scone yedim. Ders sonrasında hepimiz o gün hangi harekette ne hissettiğimizi konuştuk ve ne kadar çok şey öğrendiğimizi. Öyle içsel bir çalışmaydı ki bu sohbet sonrasında gün boyu neredeyse hiç konuşmadım. Dilim tutuldu.

Hindistan'da adım adım hocamı aramıştım. Bir süre sonra da sadece iç sesimin benim hocam olduğuna karar verip vazgeçmiştim. Orada da pek çok öğretmenim oldu ama bana beni gösterecek, izinden gideceğim bir hocayla karşılaşmadım. Ne büyük bir hikmettir ki hocamı İstanbul'da buldum. Öğrenci hazır olduğunda hoca karşısına çıkarmış. Aslında insan hazır olduğunda karşısına ne isterse çıkıyor. Aramak boşuna. İlk gördüğüm andan beri hiç şüphe duymadım Zander Hoca'ya karşı. Sonsuz bir güven. Öyle yakın hissediyorum yani. Tam bana göre. Sınıfa konuşuyor, anlatıyor ama sadece bana konuşsa sanki aynı şeyleri söyleyecek. Her anlattığı hikayede kendimi buluyorum, kendimi görüyorum. Zander Remete tarafından 10 gün boyunca adeta kutsandık. Ve anladık ki Şiva dansını öğrenmek zaman alıyor. Neyse ki acelemiz yok. İçimize konulan tohumlar filizlenip büyüyecek. Tohumları hep sulamak şartıyla.

Oradayken yine aynı yere vardım, büyük şehirleri sevmiyorum. Hele tanımadığım, bilmediğim, yolumu bulmak zorunda olduğum şehirleri. Bir meşguliyet hali şehirde, bir koşturmaca , sert bir enerji. Çok şeker evleri, sokakları da var tabii ama yok, bana göre değil. Portland cenneti de o kadar minik bir şehir değil aslında ama yaşadığımız alan küçük ve bu küçük alanda aradığımız herşey var.

Daha önce hiç gece dışarı çıkmamıştım Portland'da. Gelmeden önce gördüm ki şahane bir grup çalıyor, Taarka. Eve geldim, eşyalarımı yerleştirdim, aldım bisikletimi, yola koyuldum. Dolunayla birlikte süzüldüm çalacakları bara doğru. Kapıdan girerken ilk şarkı başlıyordu. Düştüm filmin ortasına yine. Nasıl coşkuluyum, nasıl mutluyum geldiğim için, tarifi zor. Çok tatlı bir bar burası. Dans etmek isteyene
3 x 5 metre yer mevcut. Ben sakince köşeme oturup içimi müzikle doldurmak niyetindeyim. Yaseminli sıcak yeşil çayımı da aldım. Hiçkimse tekbaşıma gelişimi yadırgamadı. Mutlaka bir nedeni vardır diye düşünmüş olmalılar. Hepimiz mutlu mesut dinliyoruz işte kemanları. Gecenin sonuna doğru yeni bir grup da arkadaş edindim. Uçarak döndüm eve. Nata kursunun son zamanlarında içimdeki yılan kıvrıla kıvrıla yüzeye çıktığından beridir uykum gelmiyor pek. Ay ışığı odamın bir penceresinden diğerine kayana kadar açıktı gözlerim. Hayaller kurdum. Sabahlara kadar...Yepyeni hayaller...

Çok açık İstanbul'da neden dışarı çıkamadığım. Canlı canlı dinlemeye bayılıyorum grupları ama kalabalıktan nefes almak güç, yolda yürümek güç. 6 ayda bir iki kere toparlanıp atıyorum kendimi dışarılara ancak İstanbul'dayken. Pekçok şeyle başetmek durumundayım çünkü. Üşeniyorum. Bir de gece çıkma arkadaşlarım da yok artık orada. Benimle aynı müziği sevebilecek birileri pek yok. Her tür müziği ve gece çıkmasını seven bir can arkadaşım vardı. O da gitti , evlendi. Ne olmuş, evli insanlar arkadaşlarıyla dışarı çıkamaz mı eğlenmeye? Bizimki çıkamıyor. Türk usulü mü desem, saçma ilişkiler mi desem, ne desem? 6 yıldır gün geçtikçe daha da anlamıyorum bu durumu. Kendisi de anlamıyor ya her neyse...En azından çabalıyor şimdilerde. Onu da çok özledim...İçine girdiğimiz her türlü karanlığı kahkahalara dönüştürecek bir yetenek kendisi. Zaten bu özelliğine vuruldum üniversitenin ilk haftasında, usulca yaklaştım yanına. Alır mısın beni hayatına? Aldı. Ne kadar ayrı yollardan gitsek de hiç kopmadı yüreğimiz büyürken. Yanına vardım mı elele tutuşup yürüyoruz sokaklarda, birbirimize can veriyoruz. Ve gün gelecek dostluğumuz bambaşka diyarlara götürecek bizi. Yaşadıklarımız yanında gece çıkmalarımız bir hiç kalacak. Ömür boyu birlikte yol alacağız . Hayatımıza kimler gelip gidecek ama aramızdaki görünmez bağ bizi aynı ışığa yönlendirecek...Canarkadaşım içindeki cevheri farkedecek.

Önümüzdeki günler hasretimi geçiştirecek derecede yoğun. Yanlarında yaşadığım çift evleniyor. Güneşkız ve nişanlısı. 40 gün 40 gece sürecek kutlamalar neredeyse. Yazarım eğlenceleri. Siz bu arada kahvelerinizi yudumlamaya devam edin.

Hasretle,
Aylin

9 Eylül 2010 Perşembe

Bir Klasik


Bir yol daha..Portland'dan (Oregon) Oakland'a (Kaliforniya). Vakitlice havaalanındayım. Yolculuk için tek başıma kaldığım an önce yanıma ne almayı unuttuğumu hatırlıyorum. Hep böyle. San Francisco'nun sahil bölümünde yaşayacağım 15 günlük yeni evimde dvd izleme şansım olacak mı bilmiyorum ama shadow yoga dvdmi almayı unuttum. Bu yolculuğun amacı da büyük hocam Zhander Remete ile nata yoga kursu yapacak olmam. Shadow yoga dvdmin içinde nata yoga bölümü de var. Canlı olarak izleyeceğim zaten diye rahatlatmaya çalışıyorum kendimi.

Bol bol zamanım var , dükkanlara bakıyorum belki bir hediyecik bulurum diye. Karnımın açlığını ve buralardaki uçakların türk usulü ikramları olmadığını hatırlayıp portakallı domates çorbası içiyorum. Bir de zor anlar için güzel bir sandviç alıyorum,italyan reçeteli. Kitaplara bakıyorum ve elektronik eşyalara...Havaalalanı internetinden yararlanıp ablamı aramak istiyorum ama bakıyorum saat yaklaşıyor. Uçağıma bineceğim kapıya doğru yürümeye başlıyorum. Aslında bu yönde yürümeye çoktan başlamıştım ama uzakmış. Hızlanıp yürüyorum.

Bir güvenlikten daha geçeceğimi görüyorum hem de ayakkabıları çıkararak. Burada kimse kızmıyor ayakkabıları çıkaracak olmamıza. Kimse söylenmiyor. Türkler şikayet etmeyi ne kadar da çok seviyor. Eckhart Tolle toplumların da insanlar gibi acı bedenleri olduğunu söylüyordu, ortak yaralarımızdan bahsediyordu. Acı beden hep beslenmek istiyor ve Türkiye'li acı bedenlerin en sevdiği şeylerden biri de şikayet etmek bence. Amerikalılarınki ne acaba derken bakıyorum uzun sıra geçmiş, ayakkabılarımı çıkarıyorum.

Hindistan'dan getirdiğim bakır su şişemi de kontrolden geçtikten sonra uçağa binmeden önce tuvalete uğrar dökerim diye düşünüyorum. Uçağa likit almıyorlar ya, aklımda yani...Çantamdan bilgisayarı da çıkarıyorum kontrol için. Ben geçiyorum öten aletten ötmeden , çantam geçemiyor! Su büyük problem! Diyorum ki hemen dökelim çöp burada, rahatlama odası (tuvalet) hemen buracıkta zaten, ben de uçağa binmeden önce dökecektim. Türk pasaportumu neşe içinde karşılayan polis konu su olunca sesini ciddileştiriyor. Amerika kanunları böyle diyor, sıradan çıkacaksın onu boşaltıp öyle geleceksin. Tekrar mı bu uzun sıraya gireceğim? Uçağıma az kaldı ama diyorum beni döndüğümde sıraya kaynatır diye ama nafile..Durum çok ciddi. Yüzler asık! Kocaman adımlarla kabullenip ilerliyorum rahatlama odalarına doğru. Biliyorum ben uçak kaçırmam ama yine de korkuyorum işte. Ya bu sefer kaçırırsam? Sıra tekrar bana geliyor. Bu kez panik ve sinirden bilgisayarı çıkarmayı unutuyorum. Aynı polis geliyor, çantam bir kez daha geçiyor, ben bekliyorum. Ben polisten özür dilemeye çalışırken polis koş diyor, daha çok yolun var KOŞ!

Gözlerim kocaman koşmaya başlıyorum. Kalbim yerinden çıkacak gibi. Yürü yürü bitmiyor sanki yollar. Olamaz hayır olamaz diye diye hızla ilerliyorum. Korkunç bir enerji tarafından kuşatılıyorum. Tüm vücudumu kaplıyor. O an başlıyorum 3 kulluvallah bir elhamla koşturmaya. Çocukluğumdan beri en korktuğum anlarda aklıma gelen kutsal sözler bunlar. Bir de son yıllarda om nama şivaya eklendi belleğime, benliğime. Artık garantiledim korkunç anlardan sıyrılmayı. Gerçi bir tatlıcık arkadaşımın söylediğine göre ayetel kürsi de öyleymiş. %100 sonuç veriyormuş. Ben onun tamamını ezberleyemedim, hep kopya çektim. Koşuyorum. Om nama şivaya,om nama şivaya,om nama şivaya...Evet diyorum daha kursa iki gün var. Kaçırırsam da bir şey olmaz. Bir sonraki uçakla giderim.Ölüm yok ya ucunda korkma, üzülme. Paradan başka bir şey kaybetmem şu hayatta bir uçak kaçırmayla. Hayır korkuyorum, ne derim ablama, ne derim Defne'ye? Havaalalanındaki tüm ışıklar birbirine giriyor. Çin'de ya da Tayland'ta bir şehirde akşam saatlerine benziyor görüntüler. Yazılar, yanıp sönen uyarılar, reklamlar... Kaos.

Varıyorum kapıya. Kimse yok. Bir hostes kız yaklaşıyor paniğime. Eylin sen misin diyor. Adımın nasıl yazıldığını görenler adımı 'Eylin' sanıyor burada. Evet diyorum. Tamam balım diyor sakin ol bi kontrol edeyim hala acık mı kapı bakalım. Bir OK almam gerek canım. Bekliyoruz. Kapıya o an büyüler yapıyorum, reikiler gönderiyorum. Ve açılıyor. İçeri girdiğimde herkes bana bakıyor. Eskiden olsa daha çok utanırdım ama bu kez hepimizin başına gelebilir ifadesiyle ilerliyorum koridordan. Herhangi bir yere oturuyorum nefes nefese, şaşkın. Bir elimde boş bakır şişem, bir elimde italyan sandviçim.

Gülümsüyorum. Bu noktaya pekçok defa yaklaştım ama hiç uçak kaçırmadım. Kapılar hep açıldı benim için. Karneme hiç kırık getirmedim. Son anda , kurtarma sınavıyla, kanaatle, hocaların önünde ağlamalarımla, dualarımla..

Uçak havalanırken neden bu kadar korktuğumu düşünüyorum. Aptal durumuna düşmekten korkuyorum. Aptal olduğumu düşüneceklerinden korkuyorum. Böyle bir salaklığı ,böyle bir dikkatsizliği yapmak çok fazla geliyor. Hala hakkımda ne düşüneceklerini tartıp duruyorum. Geçecek bir gün biliyorum. Giderek azalıyor çünkü. Herkesi takmıyorum artık. Sadece benim değer verdiğim, benim için önemli ve kıdemli insanların ne düşüneceğini önemsiyorum. Eğer böyle bir hata yaparsam sevmeyecekler sanki beni bir daha.

Davranış kalıplarımı her farkedişim biraz daha alan açıyor içimde. Sivrisinek dediğimiz tittibasanada daha rahat, daha uzun süre kalabiliyorum. Çok seviniyorum.
Şeker bayramlar olsun size...bana natabayram.

Aylin

1 Eylül 2010 Çarşamba

Yağmurla gelen...


Geldiğimden beri ilk kez yağmur yağdı. Bütün gün. Ağustosun son günü. Ben yağmura hazırdım,hatta bugünü bekliyordum diyebilirim. Geldiğim ilk hafta vegan ve fiyakalı yağmur botlarımı almıştım. Koca kışı İstanbulda ya ayaklarım ıslak gezerek geçirdim, ya da 2005ten kalma ablamın hiç sevmediği kara çarşafı andıran adidas ayakkabılarımla. Yağmur botum yoktu ama kar çizmem var çok şükür. Belki onlar da 2005 modeldir hatırlamıyorum ama yepyeniler hala. Onlarla en güzel anım kapadokyada ıhlara vadisinde oldu,çok işime yaradılar gerçekten. Karda trekking yapıp, mağarada yaşamak için en uygun çizmeler onlar değilse de beni sıcacık tuttular. Sonra da Kazakistana kadar beraberdik.

Ayaklarıma pabuç bulma işim zor benim. Deri ve türevlerinin tenimde bıraktığı hissi sevmiyorum. E biraz veganlık da var tabii kanımda. Karnımı doyurmaya gelince veganlık işime gelmiyor. Yoğurtsuz ve beyaz peynirsiz yaşamayı gözüm yemiyor. Ama ayaklarımın ya da ellerimin deriye dokunuşu tüylerimi kabartıyor. İşte bu şekilde hep bot bakındım İstanbulda. Bulamadım. Plastik yağmur botlarından bile kendime göresini seçemedim. Buraya gelir gelmez bizimkilerle karşılaşınca hiç düşünmeden aldım. Biraz giymesi yürek istiyor, üzerinde yeşil bantları, çizgili kumaşı falan var. Normalde yeryüzüne en yakın şekilde yaşamayı seviyorum, bunların kauçuk tabanları biraz yüksekçe.

Yağmuru görür görmez sevinçle geçirdim ayaklarıma botlarımı, uzun şeffaf yağmurluğumu da giydim. Atladım bisikletime, yollara düştüm. Ohhh! Serin hava, ne güzel de esiyor derken eskilerde buldum kendimi. Küçükken Kurşunluda yazlığımız vardı. Çocukluk maceralarımın merkezi. Ağustos 15 oldu mu yağmurlar ara ara içimizi serinletmeye başlardı. Daha okullar kapanmadan önce o yağmur günlerinde ne giyeceğimi planlamaya başlardım ben. Yanıp kavrulduktan, kapkara olduktan sonra gelen serinliğe hazır olmak isterdim. O gün denize girmek yok, havuz yok, güneşlenmek yok. Herkes bocalardı biraz. Bense hazırdım eşofmanlarım ve test kitaplarımla. Evde annemle vakit geçirirdim, bol bol test çözerdim. Sahile inip iğde ağaçlarının altında arkadaşlarımla sohbet ederdim. Sonra iğdeleri kontrol ederdik bir iki ağzımıza atıp. Burkulan ağzımızın cevabı hep aynı "daha değil, eylülde kıpkırmızı olunca yenebilecekler". Okullar açıldıktan sonra havalar hala güzel gittiği için insanlar haftasonları yine giderlerdi yazlığa. Biz hiç gitmezdik. "Temelli" (böyle denirdi) Bursaya döndük mü bir dahaki yaza kadar...

Benim bir de yazlık sevdiceğim vardı.İlk aşkım o muydu bilemiyorum. Öyle çoklardı ki hangisine ilk derim çözemedim şimdi. Bu yazlıktakiyle 4 yaz boyunca çıktık. İlkokuldan beri gözüm vardı onda benim. Kral kraliçe oynarken bana gelirse kalbim çarpardı. Saklambaçta beraber saklanmaya bayılırdım. Ancak ortaokulda başladık biz. Kışları da aynı okuldaydık aslında ama selam vermezdik birbirimize. Bir üst sınıftaydı. Ben isterdim konuşmayı, gülen kara gözlerine bakmayı. O istemezdi, nedenini o zaman da anlayamadım pek. Arkadaşları ilişkimizi bilsin istemezdi, utanırdı. Kendi kış dünyasına beni almak istemezdi. Bazen bakışırdık ama genelde kaçardı benden. Çok ağladım onun için kaçmasın diye, yanımda olsun beraber bir kış dünyası yaratalım diye. O benimle yazları takılmak istiyordu, o kadar. Peki o kadarsa neden kafeterya denilen o alanda ben paten kayarken izliyordu gözlerini ayırmadan? Neden göz kırpıp aklımı alıyordu?Neden akşamları annemler uyuyunca gelip balkonun önünde benimle sohbet ediyordu?

Sırlarla dolu insanoğlu. Daha o zaman anlamalıydım karşımızdaki insanın gerçekte neler yaşadığını, ne hissetiğini bilemeyeceğimizi. Hep ispatlamak istedim ben. Biliyordum onun da yüreği benim için çarpıyor, hissediyordum ama bunu hem kendime hem ona hem de diğerlerine kanıtlamak istiyordum. Yoksa ben deli miyim 4 yaz boyunca beni sevmeyen biriyle olacağım?

Sahilde ne çok Sezen Aksu şarkıları söyledim onun için. Ezberledim, sandım ki sesimi beğenir de aşık olur bana. Sandım ki sözleri üstüne alınır da anlar beni. Çok güzel zamanlarımız da oldu maceradan maceraya koştuğumuz. Arka taraftaki evlerin bahçelerinden meyveler yürüttüğümüz, zillere basıp kaçtığımız, karamuk toplamaya gittiğimiz, çekirdek çıtladığımız, papağanda pideler yediğimiz, ilerideki sitelere yürüyüşler yaptığımız, kayığa yüzmelerimiz, taş iskelede yatıp dalgaların üzerimizden geçmesini heyecanla beklediğimiz, dağa pikniğe çıktığımız, roma dondurmacısında geçen akşamlarımız, yıldızlar altında duygulanmalarımız, arabesk dinleyip uludağ gazozla güzel marmarayı karıştırıp içtiğimiz...Ne kadar uzundu yazlar biz küçükken...

Biz biraz büyüdük ve ilişkimiz bitti. Onunla uğraşmayı bıraktım. Daha çok sevileceğimi sandığım başka aşklar buldum kendime. Beni yaz kış sevecek birilerini...

Bugün saçımı iki kuyruk yaptım. Türkiyede saçımı böyle toplayınca çok dikkat çekiyorum. "30 yaşında rastaları olan bir kız saçını iki kuyruk toplarsa, bakarız böyle" diyor yanımdan geçen herkes sanki. Oysa ben dikkat çekmek istediğim için değil, mutlu hissettiğimde, içimdeki çocuğa yakın olduğumda saçımı böyle toplamayı seviyorum. Burada çok normal, kimse dönüp bakmıyor bile. Bakarsa da beğenmiştir,ya bunu hemen dile getirir ya da bir gülümseyişle içimi ısıtırlar. Sokaklarda saçını iki kuyruk yapmış bir dolu kız
var. Hepsi de mutlu görünüyor. Acaba bugün onlar da içlerindeki çocukla konuşuyorlar mıdır?
portland
Aylin

28 Ağustos 2010 Cumartesi

HANGIMIZ DELI?


Allahim derdim bu olsun diyorum. Biraz bunaldi icim. Internette oakland-portland ve portland - san francisco ucak bileti almam biraz uzun surdu. Olmasi gerekenden uzun. Baska insanlarin bu isleri hallettiginden uzun. Neden benim icin boyle isler uzun suruyor?, 5 dakikalik isi neden 2 saatte yapiyorum ben? Bilmiyorum. sevmiyorum isin bu kismini. Birileri halletse benim icin...Sectiklerimin bana getirdiklerini sevmiyorum. Amerika'ya gelme karari aldigimda vize almak icin ugrasmalari, bilet almak icin beklemeleri -stresi- sevmiyorum. Ama sonunda isler yoluna giriyor ve oyle guzellikler yasiyorum ki hepsine deger diyorum.

Gecen gun bir el ilani buldum burada. Dokuma ve kece atolyeleri duzenliyorlarmis. Dokuma haftalarca surdugu ve ben burada kalma suremi uzatacagimi bilmedigim icin keceye katilmak istedim. Email yazdim. Yeterli katilim olmadigi icin iptal olmus ama beni mutlaka partiye bekliyorlarmis. Ne partisi? Tie-dye parti. Bizde batik deniyor, hani kumaslarin iplerle baglanarak, rengarenk boyandigi teknik. Hem de persembe gunu. Icimdeki gokkusagi patliyor; heyecanlaniyorum. Benim kuzey studyoda Lita ile dersim var, sabah 10:30daki partiye gideyim diyorum. Daha once Varanasi'de yerli kadinlarla birlikte benzer ama baska bir teknikle kumas boyamisligim var. Buyukannemden tarifleri alip evde ablamla birlikte denemisligimiz var. Kumasla ilgili herseyi seviyorum ben.
Yoga studyosuyla ayni caddede ama biraz asagida kaliyor. Kuzey studyoya geldigim sabahlar 05:30 gibi evden cikiyorum. Bisikletime atlayip arkadaslarimin evine gidiyorum. Bisikletimi orada birakiyorum. Birlikte arabayla geliyoruz sabah yogamiza. Yani partiye kadar yurumem gerekecek diye dusunurken hop Defne'yle karsilasiyoruz studyonun hemen yanindaki kafede, partiye kadar birakiyor beni.

Iceri giriyorum, beni partinin yapilacagi mekana goturuyorlar. Etrafta cok garip, yuksek frekanstan bir enerji. Baska bir ruya alemine daldigimi hemen seziyorum. Partiyi yonlendirecek kizla tanisiyorum. Ve yaninda partiye katilacak olan diger insanlar. Onlari gordugumde yutkunuyorum. Ve hemen derin nefes...Cunku burasi akil hastalari icin bir sanat mekani. Iceride gonullu calisan kizlar var. Surekli orada calisan insanlar var. Bir de benim tatli-deli parti arkadaslarim var. 15 kisi kadariz. Orada bulunan ama partiyle degil de baska sanatlarla ve aktivitelerle ilgilenen 100 kadar baska arkadas da var. Herkes baska bir telden caliyor.

Benim burada ne isim var? Hepimiz deliyiz!! Onlar normal diye belilenen araligin disinda kaImislar. En basta nasil davranacagimi sasiriyorum. Ben her yeni ortama girdigimde nasil davranacagimi bilemiyorum aslinda. Sonra hemen hatirliyorum; kendin ol, oldugun gibi ol. Artik eskiye gore daha cabuk toparliyorum. Ve konusmaya basliyorum yeni arkadaslarimla..O kadar komikler o kadar tatlilar ki. Cok guluyor, cok egleniyoruz. Iclerindeki cocuk ne kadar da canli kalmis. Bizim atolye cocukevinden cok da farkli degil. Coskuyla calisiyoruz. Bir yandan getirdigimiz t-shirtleri boyarken; bir yandan baska seyler konusuyoruz. Bana bisikletlerini anlatiyorlar ; ya da dokuma tezgahinda dokuduklari kilimlerden, sallardan bahsediyorlar. Rengarenkler. Insanin cani onlarlayken hic sikilmaz herhalde. Cok hizli calisiyor zekalari. Bir konudan digerine atlayiveriyorlar.

Iclerinden bazilarinin durumu icimi acitiyor ister istemez. Yuruyemeyenler, konusamayanlar var. Hersey normalmis gibi davranmaya calisiyorum. Evet diyorum, toprakana hepimizin evi. Ama normal degil icinde bulundugum durum...Normal ne demek?
Kime ve neye gore normal? Yani benim genelde icinde bulundugum durum boyle degil ama cok da normal bir durumun icindeyim. Hayatta , dunyada pek cok boyle insan var. Ve aramizda o kadar ince bir cizgi...Pek de bir farkimiz yok aslinda. Kalbimle yaklasiyorum. Zihnim durmadan calisiyor. Nasil oldu da boyle bir yere geldim? Neden hayat beni bu delilerin arasina koydu? Buradaki ruhani gorevim nedir?Hemen yerine getireyim. Bu durumla ilgili anlamam gereken herseyi benligime davet ediyorum.
Merkezi geziyorum. Yaptiklari heykelleri, cagdas calismalari, malzemeleri, dikis makinalarini goruyorum. Meyve ve sebzelerini kendileri yetistiriyorlar. Bahceye bakiyoruz. Tavuklari ve 3 tane de kivircik kecileri var. Yilda iki kere kecilerin tuylerini kesip, boyayip; kendi yunlerini elde ediyorlar. Keceler yapiyorlar. Sonra gelsin keceden takilar, oyuncaklar....Atolye cocukevine ne kadar da cok benziyor! Bu kadar yaratici olabildiklerine sasiriyorum. Hersey bir saat kadar suruyor. Bir omur gecirmis gibi cikiyorum. Ictenlikle yuzlerinde kocaman gulucuklerle el salliyorlar arkamdan. Istedigim her an ugrayabilirmisim..Onlardan dokuma ya da kece dersleri alabilirmisim. Istersem bildiklerimi paylasmak icin atolye de duzenleyebilirmisim. Tesekkurlerle, mutlu ama hala saskin vedalasiyorum.

Gercekten hengimiz deli? Hangimiz "normal"?

25 Ağustos 2010 Çarşamba

BAŞIMA GELENLER






Defterler doldu. Bloga tasti..Iyi gunde, kotu gunde basima gelenleri anlatacagim..Icimden gecenlerle birlikte. Konular nerede olduguma ve ne yaptigima bagli olarak degisecek tabii ama hep bi ruha-niyet olacak diye hissediyorum. Beni taniyanlar icin bunu tahmin etmesi cok zor degil.


Basliyoruz. Portland'a cesitli ucak gecikmeleri ve kacirmalari ile bir cumartesi aksamuzeri ulastim. Her nefesimde benim icin ve su an en dogru yere yaklastigimin kokusunu aliyordum. Sicacik bir Guneskiz tarafindan karsilandim, kucaklandim. Bir ay uc gun kadar bir sure icin ayni evi paylasacagim Guneskiz bana hemen evi gosterdi, anlatti, rahatlatti ve rahatladi. Catiodama tirmandim merdivenlerden, Guneskiz 13 kg agirligindaki sirt cantami hop diye kaldirip uzatti yukariya dogru; asildim cektim sirtimdaki evimi yeni odama. 'Guneskiza bak yaa ne kadar da gucluymus basinin uzerine 13kiloyu hop diye kaldiriverdi' dedi icimdeki ses. Hemen actim yolculuktan bunalmis esyalarimi ve ustunkoru yerlestim.


O arada Defne'ye geldigimin haberini de verdik. Defne benim mart ayindan beri yoga hocam. Buraya onunla calismak icin geldim. Yarim saat sonra dayandi kapima yani merdivenlerime, kocaman gozleriyle. Beni alip new seasons adli super markete goturdu. Pek markete gitmiyorum ben turkiye'de. Ortakoydeki insani degerlerinden siyrilmamis gaziantepli aktar, ecolife ve bakkalimiz kurtariyor bizi. Tuvalet kagidi ya da ablama pisirme kagidi almak icin de ortakoydeki namliya giriyorum. Fethiye' deyken de pazar ve anadolu pazari adli dukkan yasamama yetiyordu. Uffff aman allahim ne guzel biseymis supermarket? Ama burasi bir baska. Hersey cok guzel gorunuyor. Dogal, organik, yerel. Insanlar birbirinin halini hatirini soruyor. Coook buyuk ve coook secenek var. Hele benim gibi kararsiz bir balik icin.


Saskinlikla yerlestim. Ve uyudum. Ertesi sabah Defne aldi beni ve albina press'e kahvaltiya gittik. Bana portland haritasini guzelce anlatti. Ayni yoga derslerindeki gibi ayrintili ve en kolay akilda kalacak sekilde. Ayni istanbul gibi, avrupa yakasi (bati) asya yakasi (dogu) var gibi dusun dedi. Kuzey ve guney diye de ayriliyor bu sehir. Biz sakin guneydogu asyada yasiyoruz ve sehir merkezi avrupada. Bogaz yerine nehir var, koprulerden gecip gidiyoruz karsi yakaya. Nehire yaklastikca sokak numaralari kuculuyor. Bugun karsida bir pazar kuruluyor. 4 numarali otobuse binip gidiliyor diye anlatti. Ve sonra yon kavramin var gibi gorunuyor, bu konuda sana guveniyorum dedi. Icimdeki kikirdama disari tasti mi hatirlamiyorum. 2005 yilindan beri surekli kaybolup, sora sora bagdat bulunur misali yasiyorum ben. Daha once utangacligimdan yol da soramaz kayboldugum yerde durup kurtarilmayi beklerdim. Boylece Defne'yle ayrildiktan sonra pazar yolunu tuttum ben. O taraftan mi bu taraftan mi binecektim derken numaralarin kuculusunu kontrol ederek duraga vardim. Nehiri asacak otobusumu beklemeye basladim.


Geldi, sofor siyah senyuzlu bir kadin. Bembeyaz disleriyle kocaman gulumseyerek merhabalasti benimle. Halimi hatrimi sorduktan sonra bilet ucretine gerek yok dedi. Koprunun 100.yili dolayisiyla bugun gecisler hediye. Hep sansliyimdir zaten. Butun yol her yolcuyu ayni gulumseme ile karsiladi. Kahkahalar icinde anonslar yapti, bizi bilgilendirdi gectigimiz yollar hakkinda. Isini severek yapiyordu. Sevgisi ve beraberinde gelen gulumseyisi hepimize mutlu bir yolculuk getirdi.


Pazara vardigimda once cesitli jonglorluk malzemelerinin halka acik bir sekilde yerde oldugunu gordum. Pek cok sanatci islerini satmak icin gelmisti pazara. Cihangirdeki pazart misali. Kiyafetciler, takicilar, kenevir ve keten tohumu ile dolu yastiklarini satmaya gelen bile vardi. Insanlar guleryuzlu ve konuskan. Her bolumunu gezdim. Her tezgaha baktim. Herkesle konustum. Ilk gunum oldugu icin bir rastama hediye bile veren oldu. Ucaktan,yoldan,yeniliklerden rahatsiz olmus midemi meksika ya da tay yemekleri ile karistirmadan, bir yunan vejeteryan durum ile doldurdum. Karnim tok, yuregim kabarmis ciktim oradan.


Bir daha hic o kadar sevgi dolu bir soforle karsilasmadim ama Portland bana boyle hosgeldin dedi. Kasim 2007'de Varanasi' nin, Ocak 2008'de Arambol'un, Haziran 2008de Isfahan'in misafirperverliginden farksiz. Karnimda ayni sukran duygusuyla bir kez daha huzurlarinda egiliyorum. Cennet simdi ve burada.