1 Eylül 2011 Perşembe

Denize dalmak yani Yoga


Geçen gün özel durumum nedeniyle yoga yapmadım ama dersi izlemeye gittim. Çok faydalı oluyor, yapmadan sadece izlemek. Kimin, neyi ,nasıl yaptığını görmek için değil de derrsin nasıl aktığını görmek için. Ya da eğer kaçırdığın bir şey varsa onu yakalamak için. Buradaki sınıfımızı çok seviyorum. Köşeden kocaman bir Hanuman ve Nararaja Shiva da mumlarla aydınlatılmış bizi izliyor. Gün doğmaya yüz tutunca, yukarıdaki küçük pencerelerden rüzgarla sallanan ağaç dalları görünüyor.

Sabah serinliği burun deliklerimizden içeri doluyor, sınıfta loş bir ışık … Defne Hocamız konuşuyor. Herkes kendini onun sesine teslim etmiş. Bu teslimiyette hiçkimse kendi farkındalığını unutmuyor. Çok sık olmaz; ama olur da Defne şaşırıp sağ yerine sol derse, biz ayık olup, onun söylediğini değil de doğru olanı yapıyoruz. Sabahları sanki onunla birlikte yüzüyoruz. Yavaş yavaş giriyoruz denize. Önce biraz sahilde oturup bize kollarını açmış engin denize bakıyoruz. Sonra kendimizi hissediyoruz. Elim, kolum, bacağım, ağzım, burnum ve nefesim var benim. Farkediyoruz. Sonra kendimizi yavaş yavaş ılıştırarak denize dalıyoruz.

Ne kadar derine dalacağımız o anki halimizle, o gün ne hissettiğimizle, nasıl uyandığımızla, ne rüyalar gördüğümüzle ve en önemlisi en son ne zaman yemek yediğimizle alakalı. Çünkü eğer karnımız boşsa başka hallerin bizi etkilemesi daha zor oluyor. Düşünsenize, karnınız tıkabasa dolu iken denize girdiniz. Batarsınız. Ben genelde en son bir önceki öğlen, en kötü ihtimalle bir önceki öğleden sonra birşeyler yemiş oluyorum, rahat rahat kulaç atıyorum. Ama gün geliyor illaki bir akşam önce bir partide, bir davette bulunmuşum ya da egoma yenik düşüp birşeyler yemişim. O zaman da gelip yogamdaki farkların ayırdına varıyorum ertesi sabah ve böyle durumları mümkün olduğunca minimumda tutmaya çalşıyorum. Defne'nin sesi yumuşak ve nötr. Burada herkes sabahları hiç konuşmadan yogaya gelebiliyor. Çünkü gelmek için dolmuşa, vapura binmek zorunda değil hiçkimse. Alacakaranlıkta bisikletine, arabasına atlayıp , pıtır pıtır geliyoruz sahile… Her sabah birlikte açılıyoruz.

Ben onların nasıl da süzülüp gittiklerini izlerken, bir anda ilkokul sınıfım gözümün önüne geldi. Kara tahta, kara önlükler, bembeyaz dantel yakam, beyaz çoraplarım. Tertemiz başlardım güne. Çok tatlı tatlı hazırlardı annem beni. Bıkmadan, usanmadan her sabah erkenden uyanırdık birlikte. Kimi zaman babam çoktan işe gitmiş olurdu. Sınıf ögretmenimiz sarışındı, renkli gözlü. Topluca ama çok güzel ama hırslı ama sinirli. Sınıfımızda soba yanıyordu. Hayal meyal hatırlıyorum sobalı günleri. Sonrasında kaloriferli, mavi önlüklü günlere geçtik. Renk doldu içime, mavi renk şifa oldu hepimize. Gözümüz gönlümüz açıldı. Sınıfımız soğuktu, renkleri soguk, masa soğuk, tahta soğuk . Biz 62 kişi, yanyana 3 kişilik sıralarda oturup, ısıtırdık birbirimizi. Anadolunun bu şehrinde. Bursa’da Uludağ eteklerinde. Bahçemiz büyük ve betondu. Ağaç yoktu pek.

Sakin bir çocuk olmama rağmen coşku dolardı bazen içim, şimdiki gibi. Ben de koşardım herkesle. En heyecanlı oyun kral kraliçeydi. Bakar bakar seçemezdim kralımı. Hiçbiri benim gerçek kralım değildi. Bu yüzden her defasında kralımın değişmesi canımı sıkmazdı. Simit kuyrukları olurdu tenefüste. Sadece simit, açma , ayran ve uludağ gazoz satılırdı. Tost bile yoktu galiba. Hatırlamıyorum. Öğretmenimiz adı gibi narin görünüşlüydü. Çok severdim onu. Ama tembellere tahammülü yoktu . Hem de hiç. O birşeyi anlattıysa ve anlamdıysan tembeller sırasındaydın. Tembeller ve çalışkanlar sırası olarak ikiye ayrılıyordu sınıf.

Bir kez düştüm ben tembeller sırasına. 1402 Ankara savaşını bilemedim sözlüde. Karıştırdım, emin olamadım ve cevap veremedim. O korkunç an benim de başıma geldi. Tembellerin içinde bütün günüm ağlayarak geçti hıçkırarak. Annem hiç kızmadı. 9 adet ansiklopediden okurdum tüm bilgileri. Evimizde 9 çeşit kaynak vardı. Aynı hikayeyi benzer kelimelerle. Her sabah 4te kalkardım. 8de yatardım çünkü. Annem kural koyduğundan değil, yorulurdum uykum gelirdi. Sabah kalkar, salondaki masaya açardım kitaplarımı. En sevdiğim turuncu hayat ansiklopedisiydi. Gözlüklerim gözümde okurdum tekrar tekrar aynı şeyleri.

O gün, tembeller sırasına düştüğüm gün yani, eve vardığımda kendimi topladım ve tarihi ögrendiğimiz yere kadar sular seller gibi okudum. Sokağa çıkmadım . İp atlamaya. Ertesi gün tekrar sözlüye kalktım, soru aynıydı. Ankara savaşı 1402. Korkudan, heyecandan kalbimin güm güm güm çarpmasından sesim çıkmadı. Biliyordum ama cevap veremedim. Yıkılmış, tembel sırama oturdum yine. Bir sonraki sözlü ertesi gün yine aynı soruya gözyaşları içinde cevap verdim. Hıçkıra hıçkıra anlattım Yıldırım Beyazıt'ın başına gelenleri. Ortaokul ve lise yıllarında da hep bu konu geldiğinde ben anlattım Yıldırım Beyazıt Timur’a karşı.

Öğretmenimiz topuklu çizmelerini giyer, öyle döverdi tembelleri. Topuklarıyla! İçim acırdı tembellere. Anlardım onları. Beni hiç dövmedi. Sıra dayağına çektiğinde bile, yani tüm sınıf ellerini açıp kuzu gibi bekliyor , o da tahta cetvelle avuçlarımıza vuruyordu. Benim yanımda bir ara tembel bir arkadaşım oturuyordu. Gözümün önünde ona çaaat diye hızla vurup , bana kıyamaz hafifçe vururdu. Anlamazdı tabii tembel arkadaşıma vurduğunda acıyan kalbim yanında ellerime aynı hızla vursa vız geleceğini. Bir amacı vardı öğretmenimizin. Anadolu lisesi sınavını kazanmamız. Şimdi tam rakamı hatırlamıyorum net olarak. Ama 62 kişinin 15kadar kişisi 5 yıl sonra korkudan anadolu lisesi sınavını kazandı. Ben de dahil. Rekor kırdı narin öğretmenimiz. Anadolu lisesinden toparlanıp ziyarete gidilirdi kendisi. Hiç gitmedim ben . Bir kere yolda gördüğümde, dönercide daha doğrusu, soğuk soğuk gülümsedim.

Anadolu lisesine girer girmez, ilkokulda hiç 5ten yani pekiyiden aşağı bir not getirmemiş olan ben, anadolu lisesinde kırık olmasa da tüm derslerden zar zor geçiyordum. Saldım. Hiç çalışmadım. ‘Hayatın değişecek o okula girersen’ dediler ya bakındım durdum etrafa . Neden bu kadar önemliydi bu okul? Arkadaşlarımdan. Benim gibi inek olanlardan mı yani? Yok rahattım ben artık. Onların dediklerini yapmayacaktım . Çalışmayacaktım o saçma sapan öğretilenlere. Boş bilgiler doldurmayacaktı aklımı. İngilizce ve almanca çalışıyordum yalnızca.

Yıllar sonra 2009 mart ayında Kapadokya’da mağarada kalırken binbir çeşit rüyaya daldık bir grup melek arkadaşımla. Onlar geçmiş hayatlarına gittiler. Ben de ilkokul öğretmenimle ilk o zaman buluştum. Saçları punk ve pembeydi. O zaman affettim hem kendi punk hallerimi hem onu. Hayatımızda çok önemli bir yeri var öğretmenlerimizin, artık seçme şansımız da var. Ne güzel! Defne de disiplinli ama disiplin korkutarak verilecek bir şey değil. İçinden gelmeli insanın. Bunu o da biliyor.

Ayliş

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Tayland'daki o küçük ada


Yemek çemberinde ‘bhajan’ gecesi yapılacağı duyuruldu. Bhajan Hindistan’daki Tanrılar için söylenen şarkı demek. Yüce olana beslenen sevginin bir ifade şekli. Bir mantra da olabilir,bir kirtan kadar uzun da.

Tayland’ın ne güneyinde, ne de kuzeyinde; sahil şeridinin tam ortasındaydı buluşma. Gökkuşağı buluşması(rainbow gathering). 2006 Aralık ayında yeni aydan 2007 Ocak yeni ayına kadar sürücekti. Gökkuşağının tüm renkleri dünyanın çeşitli yerlerinden gelip bu noktada buluştular.

Buluşmanın başlarındaydık daha. Ay yavaş yavaş doluyordu. Deniz ılık ve hafif dalgalı. Kumsalın ardında kocaman bir orman. Hindistan cevizi ağaçlarıyla dolu ormanın içinde gökkuşağı savaşçıları evlerini kurdular.

Ben bhajan gecesini duyunca o akşam erken yatmama kararı aldım. Gökkuşağı köyünün merkezine uzaktı benim evim. Biraz acemilikten –ki bu benim ilk buluşmamdı- biraz da içime dönüp, yalnız kalabilme arzumdan. Parlak yıldızların altında evimin yolunu tutmadan önce mutlaka uğrayacaktım bhajan gecesine.

Vardığımda daha kimse yoktu. Sadece bir ‘kardeş’(buluşmalarda herkes birbirinin kardeşi, aslında tüm dünyadaki insanlar kardeş, belki de bunu hatırlatmak için böyle diyoruz birbirimize) hint çayı hazırlıyordu, herkes için. Yardım ederken gelmeye başladı diğer kardeşler. Harmonium eşliğinde çemberimizi oluşturup başladık birlikte şarkılar söylemeye. ne kadar ürdü bilemiyorum ama öyle yükseldim ki gökyüzüne, yeryüzüne inerken zorlandım sonrasında. Çok sevdim.

Cemtan demişti ‘Kızım dualar ediyolar sürekli. Boyum kadar yapraklar var, gidelim haydi birlikte Tayland’a…..’ İşte Cemtan’ın bu sözleri yüreğime kazındı. O gelmese de gidip kendimi doğaya verecek, herşeyden uzaklaşacak, boyum kadar yaprakların altında dualar edecektim.

Çok aramıştım hayatım boyunca böyle insanları. Benim gibi olan insanları. Bir gruba ait olma arzusu tüm insanlarda var. Hem başka olmak istiyoruz, hem de aynı. Yalnız olmadığımı biliyordum ama neredeydiler bir türlü bulamıyordum. Hazır olduğum vakit çıktı karşıma işte. Dolunayda 700 kişiyi buldu buluşma. İlk defa bu kadar büyük bir grupla 'aum' yaptım. Yoga dersleri en fazla 30 kişi oluyordu çünkü. Ellerimden akan enerji,sesin boşluğu dolduruşu ile titreşimin içindeydim. En sevdiğim şeyleri seviyor birileri daha,benim kadar çok. Şifalanmayı; kristallerle,enerjilerle,müzikle,yogayla.… En çok da doğayı seviyor herkes. Ateşi, havayı , suyu ve toprağı. Ve tüm şarkılar daimi barış için…

Bir önceki sene Türkiye’de oldu dünya buluşması, gidemedim. Yolda engellere takıldım kaldım. Gidemememin verdiği hırsla yüklendim çantamı sırtıma. İki ay ver elini Tayland. Neden iki ay? Neden daha uzun değil? Çünkü dönmem gerek. Benim sorumluluklarım yok ama olmalı. Annemlere nasıl derim ben dönmeyeceğim, buradayım bir süre. Benim gibi gezen yüzlerce insan var, yalnız değilim. Anlamazlar ki…Tabii bunlar o zamanki düşüncelerim. Şimdi bayaa yol kat ettim.

Çok merak edilen rastalarımın temellerini de bu buluşmada attım. Bir ay boyunca sadece denizde yıkandım. Duş vardı aslında ama ihtiyaç duymadım. Saçlarımdaki örgüleri hiç açmadım, önden ikişer tane Polyanna örgülerim. Bir tane de ensemden başlayan yandan omzuma süzülen örgü. Kutsal ateşin sisi üzerine sindikçe, içlerine deniz suyu ve toprak karıştıkça zamanla sertleştiler. Saçlarımdaki midyeleri de bu sahilden topladım. Ana ateşin küllerini İstanbul’a kadar bir kutuda taşıdım.

Ay doldu, yeni bir yıla girdik, ay küçüldü ve tekrar hilal oldu. Sevinçlerimizi , üzüntülerimizi ve var olan herşeyimizi paylaştık bu cennetköşede. Buluşmanın sonuna geldik. 3 gün daha geçti. Çıkamıyordum bu sahilden. Bağlandım, yavaş yavaş ayrılan kardeşlerin ardından bakakaldım. Ne yapardım bu arkadaşlarım olmadan? Koca dünyada nasıl yaşardım tekrar yapayalnız….Ama olsundu, artık bana hergün rainbowdu, hergünümü rainbowda gibi yaşayacaktım. Daha pekçok buluşmaya istediğim zaman gidebilirdim. Şifa oldu buluşma bana tam anlamıyla. Bir alman kızkardeşten küçük bir adanın ismini duydum. Yolda bir yerde dinlendikten sonra yeni istikametim bu ada olacaktı. Evet, parti adalarına gitmektense, turistik adalardansa bu küçük adaya gidecektim.

Adını şimdi hatırlayamadığım küçük adaya ulaşmak için; önce büyük, adını yine hatırlamadığım bir başka adaya dolmuş teknelerle gitmek gerekiyordu. Büyük adadan kayıklarla küçük adaya ulaşmak mümkündü. Hatta sular alçaldığında yürüyerek bile geçiliyordu küçük adaya. Dillerini bilmediğim tay kayıkçılara latince harflerle yazılmış küçük adanın ismini gösterdiğimde hep bir ağızdan bağırarak birşeyler söylediler. Niye kızdıklarını anlamadım. Neden beni götürmek istemediler bu adaya hiç aklım almadı. Başladım yürümeye. Nasıl olsa deniz alçalacaktı akşam, yürüyerek geçerdim sırtımda 20 kilo çantayla. Bu arada daha yolun başlarındayken buluşmadan bir kardeşle karşılaştım. Ailesini tsunamide kaybeden bu Tay kızkardeşin burada evi varmış, 7 -8 kişi buraya gelmişler , herkese yatacak kadar yer varmış. Tatlı mı tatlı tay kızcağız bu evi pansiyona çevirip para kazanmak istediği için ona yardım edeceklermiş. Önce sahili temizleyeceklermiş . ‘Sen de kal burada’ dediler, ‘bu gökkuşağı evinde’.‘ Yok’ dedim ‘ben küçük adaya gidiyorum,dönüşte size uğrarım, bir kaçgün sonra.’

Yoluma devam ettim. Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm. Kimi zaman tamamen yolumu, izimi kaybediyordum. Yolda karşılaştığım insanların el-kol işaretlerine göre yönümü bulmaya çalışırken; kendimi dikenlerin içinde bulup, zorla ilerlediğim oldu. Diken falan dinlemedim. Küçük adaya gidecektim. Tayland ormanlarının içinde yaşayan ailelerle karşılaştım, ‘sawadee kap’ diyerek selam verdim, hepsi bana nereye gittiğimi sordular ; ben de elimdeki kağıdı gösterince, gördükleri gibi , ince sesleriyele bağırmaya başlayıp bişeyler anlatmaya çalışıyorlardı. Ama anlayamıyorum ki dillerini, hissedemiyorum ne demek istediklerini. İnadımla inatlaşmayıp su verdiler,yemekler ikram ettiler. Teşekkür edip selametle ayrıldım yanlarından. Bir kez daha kaybolduğumda karşılaştığım ailenin babası beni oraya götürebileceğini söyledi. Ya da ben öyle dediğini sandım. Motorla arkasına oturmamı işaret etti,atladım motora. Ailedeki diğer kadınlar el sallarken biz uzaklaştık. Veeee geldik.

Nereye mi?

Kayıkçılara sorduğum limana . Başlangıç noktama.!!! Tam üç saat 20 kilo ile yürüdükten sonra.

Kendimi vücudum çiziklerle dolu orada bulduğuma çok bozuldum ama yılmadım tabii :) Beni götürebilecek bir kayık buldum sonunda. Adam beni götürdü,giderken hep birşeyler anlattı , anlamadım. Kayıktan indik birlikte, gösterdi bana.

Bak, bomboş, terkedildi burası!

Evet pansiyonda kimse yaşamıyordu. Hamaklar vardı . Kitaplar , misafirlerin hatıralarını yazdığı defter, minderler… Ama hiçkimse yoktu maymunlar dışında. Adada kalınabilecek tek pansiyon da maalesef terkedilmişti. Kimbilir ne gelmisti başlarına da oradan gitmişlerdi ailecek? Orada kalıcı olduğumu anlayan adam maymun gibi ağaca tırmanıp bana iki tane hindistan cevizi kesti.Suyunu içersin diyerek uzattı. Seni geri götüreyim diye biraz ısrar etti ama benim kararım netti. Adada kalacağım. Odalara baktım, bungalovların içinde yataklar bile duruyor. Kapıları açık..

Güneş tepelere çıkıp da sıcak bastıkça anladım iyice adamı. İçecek suyum bile yok ! Başladım hindistan cevizi sularını içmeye…

Issız bir adaya giderseniz yanınıza alacağınız 3 şey nedir sorusunu ilk defa o gün ciddi olarak düşündüm. Sırtımda taşıdıgım kirli giysilere ve eşyalara ihtiyacım olmadığı kesindi. En önemlisi su ve yiyecek. Bunlar olmadan yaşanmıyor!

Issız bir adada tekbaşımaydım. Maymunlar ve ben vardık. Adada gezindikten sonra deniz kenarına oturdum. Ufka bakarak tekbaşınalığı irdeledim. Ve komün yaşamı.
Hava kararmaya yüz tutunca korkmaya başladım. Akşamüzeri sular alçalır da büyük adaya yürüyerek geçerim diye düşünüyordum ama mevsiminden midir,ayın durumundan mıdır,nedendir bilmem, sular 20 kilo yükle geçebileceğim kadar alçalmadı.

Geçen kayıklara el sallayarak yardım istedim. Aynı filmlerdeki gibi! Geldi mi gözünüzün önüne halim? ‘İmdaaaaaat’ diye seslenerek yardım isteyişim... Bir balıkçı yaklaştı sonunda. Beni büyük adaya geçirdi. Para almadı. Neden orada olduğumu anlamadan, şaşkın, bakakaldı ürkmüş yüzüme.

Hava karardığında rainbow evine sığınmıstım. Bitkin,uykuya daldım.
Uyandığımda sol ayağım kocamandı!

Küçücük bir kesik iltihap kapmış ( Tayland havasında nemden çok yaygındı bu) ,üzerine basamıyorum. Orada muzağaçlarının altında bir hafta yattım. Ayağım ne yapsam inmedi. Kardeşlerden duyduğum Bangkok’taki çinli doktora gitmeye karar verdim. Motorsikletle limana bırakıldım, topallayarak karaya ulaşıp; buz gibi , turistik bangkok gece otobüsünü yakaladım. Sabah 10:00’da Bangkok’ta çinli doktorun aktarındaydım. Sihirli bir karışım hazırladı. Akşamüzeri 4’te Bangkok sokaklarında geziyordum. Mucizevi bir şekilde ayağım indi. Gecesinde psy-trance partiye gittim. Buluşmadan başka kardeşlerle zıplayarak dans ettim sabaha kadar.

O küçük adada nüfus kağıdımı kaybettim. 20 dolar kadar para ile birlikte bir cüzdancığın içindeydi.. Orada unuttum. Sahilde.

İki ay Tayland gezisi sonrasında Türkiye’de yeni bir kimlik ile hayatıma devam ettim.

iyi bayramlar olsun hepimize!

26 Ağustos 2011 Cuma

Sihirli Damlalar



Portland’a geleli iki hafta oldu. Geldiğimden beri bugün yogamın en güzel günü. Vücudum yumuşamaya başladı. Pekçok şeyin etkisi var tabii; bu sefer jetlag denen sersemlik fena vurdu, ancak kendime geldim. İstanbul’da oturarak geçirdiğim zaman burada morbisiklet tepesinde geçiyor. Bacaklarım alışmaya çalışıyor.

Öyle güzel ki insanın bildiği yere varması,hem de evi gibi hissettiği bir yere varması. Hiç koşturmuyorum, nasıl olsa herşeyin yerini biliyorum. Ve bir de yeterince zamanımın olduğunu bilmek çok rahatlatıyor beni. Yani hala kitapçıya gitmedim ama biliyorum ki kitaplar orada, 3-5 blok ötede, ben buradayım.

Bugünlerde Varanasi’nin gönlüme düşme sebebi de bu aslında. Oraya da ikinci ve hatta 6 ay içerisinde 3. kez gittiğimde de aynı hislere bürünmüştüm. Orada da evimde hissediyordum kendimi. Nerden ne alınır, ne yenir ,ne içilir keşfetmeme gerek yok, zaten biliyorum. Faklı bir doyum hissine kavuşuyor insan bildiği bir yere vardığında. Ve her bir güzelliği gördüğünde ‘evet’ diyor’ işte bu yüzden çok istedim tekrar gelmeyi buraya, işte bu yüzden çok seviyorum burayı.’ Onaylanma hissi. Kendi kendini onaylama. Onayladıkça mesut oluyorum.



Yine ‘ upgrade’ oldum sanki Portland’da. Çeşitli bitkilerin çiçeklerinden, kabuklarından, tohumlarından yapılan özyağlarla tanıştım. Tanışıklığım vardı tabii ama samimiyetimiz oldukça arttı. Son iki yıldır kendime ve en yakınımdakilere güzellik malzemeleri ve ilaçlar yapıyorum arada sırada. İçine güzel kokular versin diye aromatik yağlar koyuyorum. Mümkün olduğunca Türkiye’de bulunan en saf yağları kullanıyorum. Ya da başım ağrıdığında, cildimde bir pürüz olduğunda lavanta yağı sürüyorum. Aslına bakarsanız lavanta yağım olmadan pek evden çıkmıyorum. Çünkü yağların insanın modunu yükseltme, rahatlatma, moralini düzeltme, enerji –huzur verme etkisi var. Kalabalıkta yürürken ya da bir yere varıp da taakatten düştüğümde birkaç damla ile lavanta bahçelerine dalıyorum. Dedim ya burada bir tık daha attı zihnimde. Aslında aromatik yağların faydaları çok daha fazla ve bunları görmeye, ilgilenmeye, okumaya ve kullanmaya başladım. Herbir yerime ayrı bir yağ. Herbir soruna ayrı bir çözüm var. Misler gibi de kokarak rahatsızlıklarıma çareleri damlalarda buluyorum.



Aklımda bir ampül daha yandı işte bu özlerle ilgili. Bir damla yağ için o kadar çok bitki kullanılıyor ki bitkisel ilaçlardan ve çok sevdiğim bitki çaylarından çok daha etkililer! Direkt olarak kana geçiyor ve beyni etkiliyorlar, e bildiğiniz üzere herşey beyinde bitiyor. Tüm vücüdu beynimiz yönlendiriyor. Bir damla öz ile çok güçlü ve anında cevap alabiliyoruz. Eskiden bu özleri çıkarabilmek için daha fazla zahmet gerekiyormuş o yüzden ulaşmak çok daha zor ve pahalıymış. Sadece krallar, kraliçeler ,brahmanlar vs. kullanabiliyormuş. Şimdi sistem gelişmiş tabii yağlar çok daha kolay disitilize edilip çıkarılıyorlar ve ulaşılabilir fiyatlardalar. Ama bu noktada çok dikkat etmemiz gerek. Aromatik yağlar %100 saf olmadığı sürece,bitkiler tam toplanma vaktinde toplanıp,usulüne göre kurutulmadığında bir işe yaramıyorlar. Yani kimyasal koku verilerek oluşturulmuş yağların hiçbir faydası yok. E gercçekten bitkilerin özünden yapılanlar için yine de biraz paraya kıymamız gerekiyor.



Bu sihirli damlalar ile pekçok duygusal, fiziksel ve ruhsal rahatsızlık halleri giderilebiliyor. %100 saf olduğuna güvendiğimiz yağlar cilde direkt olarak temas edebiliyor. Buharından faydalanılabiliyor ya da ağzımıza damlatıp, suyumuza katıp yutabiliyoruz. Ayaklarımızın tabanında herkesin bildiğini varsaydığım üzere tüm vücudumuzun bağlantı noktaları var. Ayağımızın altına yağları sürersek mucizevi etkiler hemen kendini gösteriyor. Güvenli, saf ve şifalı. İncil’de 188 defa aromatik kutsal yağlardan söz edildiği söyleniyor. Mısırlılar tıp alanında, ilaçlarda, güzellikte ve yemeklerde kullanmışlar aromatik yağları. Mısır’da tapınaklarda hazırlanırmış. Tapınak duvarlarında ,hiyerogliflerde karışımların reçetelerini bulmak mümkünmüş. Yunanlılar masaj terapilerinde ve güzel koku olarak; romalılar da sağlık ve hijyen konusunda. Hijyen deyince aklıma geldi. Ev temizliği yaparken kovaya atacağımız birkaç damla yağ hem antiseptik olarak mikroplardan arındırıyor hem de şahane gibi koku sarıyor her yanı. Bilim insanları da kutsal yağları araştırıp onaylıyor. Neden hastalanıyoruz? Hücrelerimizde oksijen eksikliği olduğu için. Cildimize temas eden özyağların molekülleri çok küçük , o yüzden hemen emilip kana geçiyor, en fazla 20 dakika sonra hücrelere ulaşıp etkisini gösteriyorlar. Kanımız ve hücrelerimiz temizlenip yenileniyor. Doğanın kendisinden gelen yağların antiviral, antibakteriyel, antioksidan ve travma çözücü özellikleri de var. Örneğin kekik yağı doğal bir antibiyotik. Hap yerine yerine aynı sıklıkta kekik yağını boş bir kapsüle koyup yutarsak kimyasal antibiyotik ilaçların yaptığı görevi yapıyor, hem de bize hiçbir zarar vermeden. Ayrıca tedavi sürecinde kimyasal ilaçlara nazaran vücut özyağlara çok daha hızlı cevap veriyor.

Travmalarımız ise hepimizin var!!!! Elif arkadaşım tramvay der onlara:). Beyinlerimizde travmalar için özel bir oda ayrılmış. ‘Amigdala’ diye bir bezecik. Orada saklanıyorlarmış ve çözmek istersek gidip bu odanın kapısını tıklatmamız gerekiyor. Aksi takdirde tüm yaşam boyu odanın kapısı kapalı, taşmak üzere ,travmalarımız birbiriyle arkadaş olmuş , kurtarılmayı bekler halde gözümüzün içine bakıyorlar. Koku alma duyusu ile ulaşılabilir konumdalarmış. Yağları kokladığımızda hemen saklandıkları odayı uyarıyoruz ve şifalandırabiliyoruz. Yani kapıyı aralayıp onları bir bir serbest bırakıyoruz. Yastığımıza ya da çamaşırlarımıza damlatırsak kapı usulca çalınıyor.

Hem hamileler için, hem bebekler, çocuklar,kediler, köpekler,atlar hatta inekler(!) için güvenli. Ama tekrar etmek istiyorum %100 saf ve doğal olduğu sürece. Ben İstanbul semalarında salınırken Ekolife’dan alıyorum yağlarımı. Başka yerlerde de aynı markayı bulmak mümkün tabii. Ekolife’ın sahibini çok seviyorum. Hem bilgilidir, hem bilgisini paylaşır. Uzun uzun anlatır. Şifa dolu yaşamını gözlerinin ve dükkanının ışığıyla yansıtır, insanı şevklendirir.

Portland cennetinde böyle mis kokular ile geçiyor günler. Artık dişmacunu dahil
hiçbir ürün almayacağım. Çünkü hepsini kendim yapabiliyorum. İhtiyacım yok. Hiçbir kimyasal ilaç kullanmıyorum . Çünkü ilaçlardan daha güçlü sihirli damlalarım var. Ama Allah göstermesin, insanın başına herşey gelebilir. Batı tıbbında çare arayabilir. Hepimizi doğa-anaya emanet ediyorum. Şifada kalın…

26 Temmuz 2011 Salı

yeni medeniyetler



Gecenin serinliği vurdu, gündüzün tuzu üzerimde kurudu. Bu gece kıvrım kıvrım Ege’yle vedalaşıyoruz. Dalgalar fısıldıyor yine. Hiç ayrılmayalım istiyorlar. Ben de bu son gece denizin işveli sonsuzluğuna karışsın diliyorum.

Yol var bana, üç vakte kadar, tam dört tane. Hepsi açık yolların. Yollarda bu pırıltılı dalgalar güç verecek bana. Yolları yapıp döneceğim yine, döndüğümde bir damlacık ben koskoca Ege’ye karışacağım. Ege sularına yazıyorum balık hayallerimi.

Portland'daki astroloğun bana önerisi yedi yıllık kalkınma planı yapmamdı. ‘Yedi günlük planımı bile zor tasarlarken yedi yılı nasıl yaparım?’ diye düşünerek neredeyse bir sene geçti. Yüreğim bir o yana, bir bu yana çekildi durdu da kulak asmadım. Şimdi daha net herşey. Ne istediğimi biliyorum. Yollarda karşıma bambaşka bir şey çıkar da alıkoyarsa beni hayallerimden ona da pekala demek düşer ; eminim benim için daha iyi olacağı içindir. Şimdilik plan hazır.

Bloglar kapatıldı ya hani, bir süre ulaşamadım bloguma, yazılarıma….Normale dönse de blog dünyası , bir türlü ellerim gitmedi klavyaye. Nice ülkeler gördüm baharda sesim çıkmadı, defterime yazdım ama bloga varmadı parmaklarım. Nice güzellikler yaşadım hiç haber edemedim kendimden. İki kere büyük hocamla buluştum. Viyana’da ve Sırbistan’da bir kasabada. Hoooop diye özüme indim hocamız konuştukça. Yüzeye çıkanlarla bakıştık, anlaştık. Öğrendiklerimi uyguluyorum her daim.

Haziran 19’unda anaokulu görevim sona erdi. 21 haziran dağlardaydım. Buz gibi şelalelerde yıkandım. Toprakta uyuyup, ateşlerde yaktım üzerimde biriken yükü, bırakmak istediklerimi.

Yaz gecelerinin serinliğine kavuşunca sabahlara kadar uyumadım!

Yıldızlara doyamadım.

Samanyolu aynam oldu,ona bakarak fırçaladım dişlerimi. Ayın parlak, cilveli hallerini kovalayıp durdum. Kimi zaman sabah yogamı yapıp öyle daldım uykuya, kimi zaman sabah yogalarım yerini akşam yogalarına bıraktı.

Erken yat erken kalk sistemimden uzaklaşsam da bu kez de esnekliğime hayran oldum. İsyan etmedim kendime.

Şifalandım. Dalından koparıp tüyleri güneş ışığı ile pırıl pırıl şeftaliler; olgun diri dutlar yedim. Ege sularında midyelere daldım. Palet çırparken güneşin kırılan ışığı bir denizin dibindeki kumlara, bir bana vurdu. Büyülendim.

Bendirim sihirli hanımı çalışmanın, ateş çevirmenin tadına vardım.

Arada küçük hocam evlendi Leros adasında. Onun güzelliği ve mutluluğuyla doldum. Zamanda yolculuk edip çocukluğumun Bodrum’una gittim Leros’la. Aynı dinginlik, aynı mavi. Ege mavisinin gök mavisi ile birleştiği ufka bakakaldım.

Ne kadar korumaya çalışsam da kendimi İstanbul’un yoğunluğundan çarpıyor, sarsılıyorum. Havalar ısınınca cam açık uyumaya başladım, rüyalarım etkilenmez mi İstanbul’ un bitmek tükenmek bilmeyen sesinden! Hatırlıyorum da Kazakistan’ın sessiz çöllerinden döndükten sonra İstanbul sesiyle uyumaya alışmam zaman almıştı. Çınlayan kulağımdan doktora bile görünmüştüm. Sonra alışıyor insan yaşadığı koşullara…Sürekli bir dönüşüm halindeyiz ya ben yeni alışacağım koşulları değiştirme kararı aldım.

İki kışlık İstanbul kafi.

Nasıl olsa göçebe ruhum nereye giderse orada kuruveriyor medeniyetini. Kendi medeniyetini her gittiğin yere taşımak, her gittiğin yerde kendine ait bir alan açmak. Bu gittiğin bir ülke de, bir oda da olabilir, arkadaşının evine vardığında kendine ait bir köşe bulup oraya yerleşmek de.

Kısa süreli medeniyetler.

Küçükken annem köşe bucak temizlik yaparken koltukların altını silmek için koltukları ön yüzeyinde duracak şekilde öne yatırırdı. Hemen içine yerleşirdim oyuncaklarımla, eşyalarımla. Koltuğun sırtı tavana paralel hale gelmiş, o hemen benim çatım olurdu. Düzenimi kurardım içine, koltuk medeniyetimin. İçine yerleşir orada oynardım bir süre. Temizlik bitene kadar...

Bittiğinde gider başka köşeler bulurdum işgal edecek. Apartmanın merdivenlerine çıkardı bu medeniyet bazen. 3-4 basamak benim evim olurdu. Hemen oraya yerleşir,düzenimi kurar orada yaşardım bir süre.

Her gittiğim yeri evim gibi hissetmem için özel bazı eşyalarım var. Onları koyduğum her yer benim evim. Göçebe hayatım beni uzak ülkelerdeki küçücük odalara taşıdığında bu eşyaları yerleştirdim mi tamamım. Sıcacık evim. Bir köşe yarat. Minik şiva.. Deniz kabukları,ormanlardan gelen ağaç kabukları çekirdekler, plajlardan taşlar..Hazır mı şükran köşesi? Onları yerleştirmeden uyumak huzurumu kaçırır. Yerleştikten sonra asılan bayrak (bir lungi, pareo elde ne varsa) da medeniyetin kurulduğunun göstergesi.

Yoga hayatımın merkezi. Yogamın etrafında dönüyor herşey. Yeniden portland’a gidiyorum yakında sıkı sıkı çalışmak, sabahın kör karanlığında yogamla ve hocamla buluşmak için. Tatlı gece uykularının yerini hiçbirşey tutmuyor. Kaçan düzenimin yerini alan düzensizlik düzenim sona eriyor yavaş yavaş. Denge yerini buluyor kendiliğinden.

Bu yeni bir girişim olsun tekrar yazmaya dair. Nasıl olsa portland gönlümü açtıkça, parmaklarım coştukça buluşuruz yine.

21 Şubat 2011 Pazartesi

Diş Yogası


Diş doktorum yoga öğretmeni olsa derslerine giderdim. Eli çok hafif, işinin ehli, yumuşacık bir kadın. Hem güleryüzlü, hem ciddi; hem yakın, hem mesafeli. Etrafındaki insanlara karşı saygılı, sakin ve empati yeteneği gelişkin.

Ağzımdan ellerine asılmış sürecin geçmesini beklerken teslim oldum yine bugün. İçimdeki çocuğa sarılmış, ruhuma sarmalanmış; bir ben varım, bir de o. Sebebi ziyaretim öndişlerimde yeni bir yapılanma projesi. Kimi zaman 20 dakikada işimiz biter, koşarak eve gelirim. Bugün durum biraz daha ciddi. Birlikte geçireceğimiz süreci rahatlatmak ve kolaylaştırmak adına sürekli şifa verdim, meleklerin yardımını talep ettim. Kaçabileceğim bir yer yok. Bu yıkım ve tekrar yapılanma benim iyiliğim için. Ve herşey gibi geçici. Sancılı da olsa geçiyor zaman! Tüm vücudumu rahatlattım. Öyle ya doktorumun işi ağzımda. Ağzım zaten uzun süre açık durmaktan, buldozer sesli aletlerden filan kasılmış. Bari geri kalanım rahat olsun. Kaşlarımı çatmama gerek yok, bize bir faydası yok yani. İki kaşımın ortasını gevşettim. Yogadaki şavasana pozisyonunda ellerim karnımda (shadow derslerinde ellerimizi göbek deliğini ortaya alacak şekilde şavasana yapıyoruz) yattım. Merkezimdeki ateşi tüm vücuduma yaydım. Kontrollü nefes almaya başladım. Sabah yogamızdaki çalışmayı dişçi koltuğuna taşıdım.

Gözlerim o aletlerle buluşmayı hiç istemez. Kapalılar. Yumuşak kaşlarımın ortasına Hindistan’da altın tapınaklı sikh şehri Amritsar’dan eşsiz Dharamsala’ya yaptığım otobüs yolculuğu görüntüleri belirdi. Hoplaya zıplaya gitmiştim üstüste insan dolu otobüslerde; kimi zaman tek ayak üzerinde. Hep şifa vererek rahatlatmaya çalışıyordum kendimi. Hem bir yere ulaşmak isteyen benim. O zaman isyan niye? Derin nefes ile varolan tüm rahatsızlıkları görmez olup içime gömülmüştüm. Etrafımda olan biten beni etkilemez olmuştu. Tepki vermemeye çalışmıştım. İyi ya da kötü diye yorum yapmak yerine herşeye pekala. İşte o zaman bulmuştum etraftakilere rağmen huzuru. Kendimi şikayetlerimle daha çok yormadan vardığımda nefes kontrolünü bırakıp o birlik haline geçiş hazzının tadına doyamamıştım…

Her koyun kendi bacağından asılıyor…Bugün diş doktorumun ellerine asıldım ben!

Çok şükür, bildiğim hiçbir fiziksel rahatsızlığım yok. Ara ara ortaya çıkan ufak tefek problemler ya cildimden çıkıyor ya da dişlerimden. Loise Hay’e göre kararsız insanların dişlerinde sorunlar olurmuş. E malum benim kararsızlıklarım kararlarım kadar meşhurdur alemde. Zihnimizden geçen herşey vücudumuza yansıyor. Zihinde başlayanlar vücuda yayılıyor dalga dalga ve sonra evrenin derinliğine dalıyorlar tabii, biz evrenin minik parçalarından.

Ziyeretlerimi sıklaştırmam gerektiğini konuştuk. Yanımda mat olduğunu görünce kendisinin de ufak ufak yogaya başladığını söyledi. Yeniliklere doğru yelken açıyoruz birlikte.

10 Şubat 2011 Perşembe

Devr'im


Yıl 2003. Elimde ufacık bir yoga kitabı. Geceler uzun, gündüzler kısacıkken ; ben gecelerde kaybolmuş iken asanalar deniyorum. Okudukça içine çekiyor beni yoga. Mutlu değilim, hayatımdan memnun değilim. Sıkılmışım. İçimde tüm kızgınlıklar, kırgınlıklar, üzüntüler, tüm duygular kabarmış.

Aynı zamanda aşığım. Herşeyimi bırakmış ona dönmüşüm. Sanki bu aşk beni çekip kurtaracak bunalımlarımdan. Oysa o aşk beni daha da karanlıklara itiyor zamanla. Kendimi kandırdıkça, aşka daldıkça kendimden uzaklaşıyorum.

Ablamla aram hiç olmadığı kadar kötü. Aynı evde iki yabancıyız. Çoğu zaman aynı evde de olmuyoruz. Ben öğrenci evlerinde, pijamalarım olmadan takılıyorum.

Anlamaya çalışıyorum kitapta yazanları: koşullar her ne olursa olsun şimdi ve burada olanla mutlu olmak, şükran duymak. Nasıl olabilir? Ben elimdeki mutsuzluk nedenleri listemi bir kenara koyup nasıl şimdiden memnun olabilirim? Anlamıyorum.

Artık et yemiyorum. Bir anda oluyor herşey. Çoğunluktan farklıyım. Kalbim diğerlerinden o kadar farklı ki çok sevdiğim eti artık sevmiyorum. En son etimi şubat tatilinde kentucky fried chicken’da madrid’te yedim. Çıktım ve karar verdim: bir daha yemeyeceğim. Henüz kentucky’nin vahşetinden haberdar değilim. Sadece his. Önce kalbim almıyor, sonra midem. Yavaş yavaş kapitalizme karşı tepki alıyorum. Bir süre sonra sevgili koladan vazgeçiyorum.

İsyanım var, devrim istiyorum. Önce kendimde vejeteryanlık devrimine başlıyorum, infected mushroom converting vegetarians albümü ile bas bas bağırıyorum. This is the time of the revolution!! Yumuşacık saçlarımı sıkıldıkça kesiyorum. Kafa derim görünene kadar. İspanya’ya gideceğim. Yeraltına dalacağım.

Toplumun kurallarına karşı kendi katı kurallarımı geliştiriyorum farkında olmadan. Öyle olmaz, böyle olur!!!

Bir kitabım daha var. Gurmukh’un Kundalini yoga kitabı. Gecelerin sessizliğinde meditasyon yapmayı deniyorum. Mantralar söylüyorum. Ama olmuyor sanki. Yoga beni çağırıyor. Kendi kendime ara ara giriyorum yoganın mahiyetine. O kadar!

İspanya’ya yaşamak için vardığımda yoga kursuna gitmek istiyorum. Erkek arkadaşım başkaları ile birlikte uçmamı istemiyor, O olmadan başkaları ile yükselmemi istemiyor :)

İşgalevlerinde yer altı kültürünü bizzat deneyimlerken, sözde antikapitalist bir hayat yaşarken bir yandan yoga istiyorum. Çelişkili durumlar yıllarca devam ediyor.

Evde her sabah yani öğlen (öğle vakti uyanıyorum) yoga pozları deniyorum.

Yıl 2005,sonunda ayrılıyoruz. Yogadan değil , başka sebeplerden. 9 gün sonra kendimi kundalini yogaya teslim ediyorum. Okuldaki öğle yemeği molalarımda bile kundalini yogaya koşuyorum. Bolca ağlayıp rahatlıyorum. Bir de arkadaşım var yanımda. Şili’li bir yengeç. Onun yanına taşınıyorum. Birlikte kundalini yoga, dikiş, çikolata ve ekolojik süpermarket tutkulu hayatımızı yaşıyoruz. Birbirimize şifa oluyoruz. Yumuşamaya başlıyorum. Saçlarım uzuyor. Arkadaşım güzelliğimi hatırlatıyor bana.

Göçebe hayatımda huzurlu yerlere kondukça yoga yapıyorum. Sonra aylarca süren uzun aralar veriyorum.. Batıda yoga elit bir grup insana ait gibi görünüyor bana. Bu insanlardan biri olmak kendimi rahat hissettirmiyor bir türlü. Yolumdan defalarca çıkıp, kendimi dağıtıp, sonra geri dönüp, kaldığım yerden devam ediyorum. Yogayı gerçekten hayatımın içine sindirmem, yoga yolunu kabullenmem 2010 mayısa kadar sürüyor. Artık başkalarının hakkımda ne düşüneceğini düşünmüyorum. Yargılarımı bırakıyorum.. Katı karşı kurallarımı yıkıyorum. Hatta arada birkaç kez et bile yiyorum. Tam 8 yıl sonra. Kendimle gurur duyuyorum. Olduğu gibi kabul ediyorum bana gelenleri.

2011 ocak sonu Berlin’deyim. Bir arkadaşım için. ’Berlin çok farklı’ diye beynime kazınan söylentiler için. Tam da benim yıllar önce yaşadığım gibi sözde karşı kültür bir grubun içindeyim. Umrumda değil isyanları artık. Onlarla dertlenemiyorum. Huzurluyum. İyi ki geldim. Bir de sabah shadow dersi buluyorum. Bir derste ne çok öğreniyorum. Kendi içimde bir devrim daha gerçekleşiyor. Bir ben daha ölüyor içimde, bir yenisi doğuyor; Berlin soğukluğundayken.

Ardından Paris’e Şili’li arkadaşımla buluşmaya gidiyorum. Bu hayattaki en iyi arkadaşlarımdan biri. Aradan 6 sene geçmiş fiziksel olarak birbirimizi görmeyeli. Daha dün görüşmüşüz gibi. Çok konuşmuyoruz bile. Neler oldu bu altı senede, neler değişti çok bilmiyoruz. Bakışıyoruz uzun uzun. Çok da vaktimiz yok birlikte. Hediyeleşiyoruz. Yaklaşık 10 saatimiz var iki günde. Gülüp geçiyoruz geçen zamana. Paris bizle daha da güzelleşiyor gözümde. Bir tane daha şahane bir shadow dersi ile ben tamamım.

Dünyanın bir ucunda incecik bir ülkede,incecik pırıl pırıl bir dostum var.
Varlığı bana şifa!
Hatırlayıp yeniliklerle dönüyorum doğu ile batı arasındaki kıvrım kıvrım şehre.

17 Ocak 2011 Pazartesi

Engelleri Aşmak


Yogada karşımıza çıkan engellerle başetmenin yollarına baktıkça içim rahatladı, çözüldü. Kendi kendini düğümlüyor insan ve sonra kendisinden başkası çözemiyor onu. Kendisi çözmek istiyorsa içindeki sıkışıklıkları, engelleri aşmak istiyorsa eninde sonunda bir yolunu buluyor. Ve örgü söküğü gibi çözülüveriyor birbiriyle bağlantılı tüm iç kemiren haller.

Kendisinden başkası çözemiyor ama yoga sutralarda da bahsedildiği gibi bir usta ile çalışmak, bu ustanın yöneldiğin disipline nasıl bağlı kalacağını göstermesi çok önemli. Çünkü kendimizi kaybolmuş ya da sıkışmış hissettiğimizde; ustamız - yoga yolundaki öğretmenimiz kendisi de bu yollardan geçtiği için ya da bizi adı gibi bildiği ve apaçık görebildiği için işimiz çok kolaylaşıyor. Seçtiğimiz yolda sebat ederek, öğretmenimizde sabit kalmanın bize çok faydası oluyor. ‘ Bu hoca bana olmadı bir de şunu deneyeyim’ diyerek, sık sık hoca değiştirmek zihnimizin tasarladığı bir oyun olabilir. Gerçekten birlikte çalışmak istediğimiz öğretmeni bulduğunda kolay kolay vazgeçemiyor insan zaten. Onunla hep daha derinden bir ilişki kurmak istiyor. Tabii burada ‘herşeyi ustama bırakıyorum, çözsün beni, aşsın benim yerime engelleri ‘diyerek ayaklarımızı uzatıp bekleyemeyiz. O bizi yönlendirecek ama herşeyi yapacak olan yine biziz.

En önemli kural : Yoluna çıkan her ne ise direnmeden, teslim ol!
Eller havaya! Teslim ol!
Kendimizi seçtiğimiz yola adayıp, hiçbirşey beklemeden ,belli bir yere ulaşmaya çabalamadan bizden daha yüce olana tam anlamıyla teslim olduğumuzda hiç şüphe yok şaşırdığımız vakit tekrar yolumuzu buluyoruz.

Pranayama bir yöntem engelleri aşmak için. Patanjali bize nefesimizi yavaş, uzuuun ve sessiz vermemizi ve nefesi verdikten sonra kısa bir duraklama öneriyor. Ne kadar sade ve kolay bir yöntem! Nefesimizi dinlemek bizi kendimizin derinliklerine kolayca taşıyor. Pürüzleri böylece kendimizden uzaklaştırıyoruz. Zihnimiz berraklaşıyor.

Zihnimizi sakinleştirmek için duyularımızı araştırmak da bir çözüm yolu. Dilim nasıl çalışıyor?Tatları dilimin neresinde alıyorum?Sesleri nasıl duyuyorum? Burun deliklerimden giren hava? Böylece sorularımıza cevap bulmaktan ziyade kendimizi daha iyi tanıyıp, zihnimizi sakinleştirebiliyoruz. Onlar bizi kontrol altına almadan biz duyularımızı kontrol ediyoruz. ‘Puruşa’ konseptini incelemek de zihnimizi durağanlaştırıyor. Puruşa upanişadlarda kalbimizin derinliğinde bulabileceğimiz lotus çiçeğinin goncası olarak tarif ediliyormuş. Yani eğer bu bölgeye konsantre olup , dikkatimizi kalbimizin derinliklerine yönlendirirsek ışık buradan yayılıyor, zihnimiz sakinleşip huzur doluyor.

Yoga sutralarda anlatılan engelleri aşmanın bir başka etkili yöntemi de bu yollardan geçmiş, aynı engelerle karşılaşmış ve üstesinden gelebilmiş başkalarını bulmak. Onların hikayelerini dinlemek, kitaplarını okumak bizi takıldığımız yerlerden refaha çıkarıyor.

‘Bir karışıklığa düştüğümüzde içimizdeki nedenine bakmalıyız’ diyor Desikachar. Kendi kendimize rüyalarımızı da inceleyebiliriz. Rüyalarımız hangi anlamlarla gecemizi süslemişler? İyileşmemiz ve içimizde barış sağlamamız için rüyaları inceleyebilirsiniz diyor patanjalinin sutralarına dayanarak.

Ya da bir obje üzerinde meditasyon yapabiliriz..Hindistan’da tanrıların imgelerini canlandırarak meditasyon yapıyorlar. 108 kere yada 1008 kere ismini tekrar ederek mantrajapa yapılıyor. Veya o tanrıya dair şiirler okunuyor. Bu çeşit bir meditasyon zihnin sakinleşip berraklaşmasında faydalı. Ve kişiyi dhyana ya hazırlıyor. Yani meditasyon ile egonun eriyip gitmesi. Bütün dikkati o tanrıya vermekten başka bir şey yapılmıyor. Hindistan benim içimde olduğu için bu yöntem de bana uyuyor. Bu tekniği zihnimizi ve ruhumuzu huzura kavuşturacak başka bir obje ile de uygulayabiliriz. Yoga sutralarda da istediğimiz herhangi bir şey üzerinde imgeleme ile meditasyon yapabileceğimiz söyleniyor. Nasıl ki bir çocuk üzgün olduğunda annesine dönüp bakıyor. Biz yetişkinler de içimizde taşıdığımız tanrıya dönüyoruz.

Hepimize kolay gelsin!

6 Ocak 2011 Perşembe

yogaya engel mi var?


Günlerdir tek yapabildiğim yoga hakkında okumak… Kendi yoga pratiğim bile düzeninden çıktı. Bir grip oldum,fena. Nefes alabilen herkes yoga yapabilir. Ben nefes alamıyordum…Gerçekten hasta oldum. Hala da eskisi gibi nefes alamıyorum ama durumuma şükrediyorum. Düzenli yoga öncesi hayatımdaki gibi her yanım sızlıyor. Hareket istiyor, masaj istiyor. Arada sıcacık bir göbektaşı ısıttı sırtımı ama yetmedi . Katılaşan vücudum, katılaşan mizacım yoga ile yumuşamak istiyor.

Yoga çok derin bir konu. Evreni düşünün, binbir türlü sırrını. Bu sırlarla bir olma hali yoga. Krishnamacharya’nın oğlu ve aynı zamanda öğrencisi olan Sri Desikachar ile yapılan bir söyleşide kendisi yoganın tek cümle ile tanımlanabilir bir yanı olmadığını söylüyor. Yoga yaratıcılıktan geçiyor. Bir kişinin yoga öğretmesi ile bir diğerinin öğretmesi çok farklı. Çünkü her birimizin farklı deneyimleri oluyor yoga ile, bambaşka yerlerden geliyoruz, önceliklerimiz farklı, yogaya farklı yerlerden bakıyoruz. Hepimiz için yogada önemli olan detaylar başka. Aynı yoga öğretisinde her insan farklı bir şey buluyor. Böylece yoganın bu kadar çok çeşidinin olması; dallara, budaklara ayrılması hiç şaşırtıcı değil.

Richard Freeman ‘the mirror of yoga’ kitabında yoga dinlemekle başlar diyor. Dinlediğimiz zaman olana alan açıyoruz. Kendimizin olduğumuz gibi olmasına, başkalarının oldukları gibi olmasına yer açıyoruz. Kutsal yoga metinlerinin pekçoğunun ‘şimdi’ kelimesi ile başladığını söylüyor. Şimdi, şu anda, burada olanları dinliyor, izliyoruz yani. Kalbimizin en derininde, varlığımızın merkezinde tüm varoluşun özünü keşfetmeye bakıyoruz. Yoga özgürleşmektir diyor. Yoga kim olduğumuzu bilmeme korkumuzdan özgürleşmek demek. Ama nadiren insanlar bu nedenle yogaya başlarmış. Vücuduma faydalı bir şey yapayım diye başlıyor pekçok kişi. Sağlıklı olmak için,güçlü,esnek,canlı ya da seksi olmak için…Sıkıntılarımıza çare bulmak için ya da iyi insanlarla tanışmak için başlayanlar var diyor. Bunların herbiri de başlamak için güzel nedenler. Kötü bir tarafı yok. Ama bir gün bir bakarsınız bir yoga dersinde zihniniz doğal dengesini bulmak üzere aniden o sakin ve sessiz hale girer.. Hangi nedenle başlamış olursak olalım bizi tahmin ettiğimizden cok daha farklı yerlere götürür. Tüm bunları kitabın önsözünde söylüyor hem de, yazdıklarım onun yazdıklarından anladıklarım. Kitap pek çıtır hemen yenilip yutulacak gibi değil benim için. Sindire sindire, adım adım öğrenerek okuyacağım müthiş bir bilgi kitabı.

Hergün yoga yapmayı alışkanlık haline getirdikten sonra arada kaçamak günlerim oluyor benim. Ama önemli değil, buna kederlenmek yerine kaldığın yerden ilk fırsatta devam et yogana. Sigara içmeyi bıraktıktan sonra da arada kaçamak yapabilirsin ama önemli değil kaldığın yerden ilk fırsatta devam et yeni sistemine.

Meğer her yoga öğrencisinin başına geliyormuş. Yoga yolunda kişinin karşısına engeller (antarayas) çkıyormuş.Önce Desikachar’ın yazdıklarında okudum bu engelleri. Sonra baktım bunlar Patanjali’nin sutraları ve her kitapta yorumlanarak açıklanıyorlar bir güzel. Patanjali bu engelleri üzerinden atlamamız icap eden, etrafında dolandığımız veya sıkışıp kaldığımız yoga yolunda karşımıza çıkan taşlara benzetiyor.

Bunların ilki hasta olmamız , kendimizi iyi hissetmememiz. (vyadhi). Önce sağlığım geri kazanmak için bir şey yapmalıyım, ondan sonra yoga yapabilirim düşüncesi! Öyleyse bakınız bu yazının ilk paragrafına!

İkincisi zihnimizi hemen kolayca etkileyen bir engel. Kendimizi nasıl hissettiğimiz, o günkü modumuz. Çok yemek yemekten, soğuk havadan, zihnimizin hallerinden kaynaklanan enerji eksikliğimiz. (styana ) Zihinsel tembelliğimiz.

Şüpheye düşmelerimiz,kararsızlıklarımız da bize mani olmaya çalışırmış.(samshaya).Bu şekilde nasıl devam ederim? Benim için doğru yol bu mudur? Belki de başka bir hoca bulmalıyım kendime vs. gibi düşünceler.

Bazen de çok hızlı hareket edip, dikkatsizce telaşla hareket etmemiz bize engel olurmuş. İlerlemek yerine bize geri adım attırırmış bu amacımıza ulaşmak için hızlı hareket edişimiz. (pramada)

Bir başka engel patlama noktasına geldiğimizde ortaya çıkarmış. (alasya. ) Belki de bunu yapacak doğru kişi ben değilim düşüncesi. İçimizde hiç şevk kalmaması tembelliğe itermiş bizi.

Duygularımızın bizim alışkanlıklarımızı kontrol altına alması bizi yanlış yönlere sürüklemesi çok kolay herkesin takıldığı bir engelmiş. (Avirati) zihnimizin ve bedenimizin duygularımızın kölesi haline gelmesiymiş. Canımızın yogadan daha başka şeyler istemesi.

Ve en korkunç engel de herşeyi bildiğimizi sanmamızmış. Artık herşeyi biliyorum. Öğrenecek bir şey kalmadı diye düşünmek,kendini üstün görmekmiş. Tamamen bir yanlış anlama,yanılsama. Bu illuzyona da patanjali bhrantidarshana demiş.

Bir de tam uzun ‘bir yol katettim’ derken önümüzde daha yapılacak çooook şeyler olduğunu farketmemiz, yolun aslında hala çok uzun olduğunu görmemiz engel teşkil edermiş. (alabdhabhumikatva) Bu kadarı bana yeter,daha fazla istemiyorum işte! hali yani. Umutsuzluğa düşmemiz.

Sonuncusu da kendimizi küçücük görüp, birden güvenimizi kaybetmemizden kaynaklanırmış.(anavasthitatvani) Vardığımız noktayı küçümseyerek sağlam duramayıp bir anda düşüşe geçmemiz. Konsantrasyonumuzda sabit kalamayışımız.

Bütün bu fiziksel,zihinsel,ruhani engellerle herkes karşılaşacak, birbir hepsi ile başetmesi lazım diye bir kanun yok tabii. Karşımıza çıkabilecek olan engeller bunlar. Bazılarımız bu engellerin birkaçı ile uğraşıp duruyoruz belki. Engelleri ortadan kaldırmanın yolları da var. Her derdin bir çaresi var. engelleri aşmanın yöntemleri var. Bu çareleri okuyup,inceleyip yazacağım en kısa zamanda.

Her ne olursa olsun yoga!

Ne olursan ol gel gibi…

Aylin