29 Ağustos 2011 Pazartesi

Tayland'daki o küçük ada


Yemek çemberinde ‘bhajan’ gecesi yapılacağı duyuruldu. Bhajan Hindistan’daki Tanrılar için söylenen şarkı demek. Yüce olana beslenen sevginin bir ifade şekli. Bir mantra da olabilir,bir kirtan kadar uzun da.

Tayland’ın ne güneyinde, ne de kuzeyinde; sahil şeridinin tam ortasındaydı buluşma. Gökkuşağı buluşması(rainbow gathering). 2006 Aralık ayında yeni aydan 2007 Ocak yeni ayına kadar sürücekti. Gökkuşağının tüm renkleri dünyanın çeşitli yerlerinden gelip bu noktada buluştular.

Buluşmanın başlarındaydık daha. Ay yavaş yavaş doluyordu. Deniz ılık ve hafif dalgalı. Kumsalın ardında kocaman bir orman. Hindistan cevizi ağaçlarıyla dolu ormanın içinde gökkuşağı savaşçıları evlerini kurdular.

Ben bhajan gecesini duyunca o akşam erken yatmama kararı aldım. Gökkuşağı köyünün merkezine uzaktı benim evim. Biraz acemilikten –ki bu benim ilk buluşmamdı- biraz da içime dönüp, yalnız kalabilme arzumdan. Parlak yıldızların altında evimin yolunu tutmadan önce mutlaka uğrayacaktım bhajan gecesine.

Vardığımda daha kimse yoktu. Sadece bir ‘kardeş’(buluşmalarda herkes birbirinin kardeşi, aslında tüm dünyadaki insanlar kardeş, belki de bunu hatırlatmak için böyle diyoruz birbirimize) hint çayı hazırlıyordu, herkes için. Yardım ederken gelmeye başladı diğer kardeşler. Harmonium eşliğinde çemberimizi oluşturup başladık birlikte şarkılar söylemeye. ne kadar ürdü bilemiyorum ama öyle yükseldim ki gökyüzüne, yeryüzüne inerken zorlandım sonrasında. Çok sevdim.

Cemtan demişti ‘Kızım dualar ediyolar sürekli. Boyum kadar yapraklar var, gidelim haydi birlikte Tayland’a…..’ İşte Cemtan’ın bu sözleri yüreğime kazındı. O gelmese de gidip kendimi doğaya verecek, herşeyden uzaklaşacak, boyum kadar yaprakların altında dualar edecektim.

Çok aramıştım hayatım boyunca böyle insanları. Benim gibi olan insanları. Bir gruba ait olma arzusu tüm insanlarda var. Hem başka olmak istiyoruz, hem de aynı. Yalnız olmadığımı biliyordum ama neredeydiler bir türlü bulamıyordum. Hazır olduğum vakit çıktı karşıma işte. Dolunayda 700 kişiyi buldu buluşma. İlk defa bu kadar büyük bir grupla 'aum' yaptım. Yoga dersleri en fazla 30 kişi oluyordu çünkü. Ellerimden akan enerji,sesin boşluğu dolduruşu ile titreşimin içindeydim. En sevdiğim şeyleri seviyor birileri daha,benim kadar çok. Şifalanmayı; kristallerle,enerjilerle,müzikle,yogayla.… En çok da doğayı seviyor herkes. Ateşi, havayı , suyu ve toprağı. Ve tüm şarkılar daimi barış için…

Bir önceki sene Türkiye’de oldu dünya buluşması, gidemedim. Yolda engellere takıldım kaldım. Gidemememin verdiği hırsla yüklendim çantamı sırtıma. İki ay ver elini Tayland. Neden iki ay? Neden daha uzun değil? Çünkü dönmem gerek. Benim sorumluluklarım yok ama olmalı. Annemlere nasıl derim ben dönmeyeceğim, buradayım bir süre. Benim gibi gezen yüzlerce insan var, yalnız değilim. Anlamazlar ki…Tabii bunlar o zamanki düşüncelerim. Şimdi bayaa yol kat ettim.

Çok merak edilen rastalarımın temellerini de bu buluşmada attım. Bir ay boyunca sadece denizde yıkandım. Duş vardı aslında ama ihtiyaç duymadım. Saçlarımdaki örgüleri hiç açmadım, önden ikişer tane Polyanna örgülerim. Bir tane de ensemden başlayan yandan omzuma süzülen örgü. Kutsal ateşin sisi üzerine sindikçe, içlerine deniz suyu ve toprak karıştıkça zamanla sertleştiler. Saçlarımdaki midyeleri de bu sahilden topladım. Ana ateşin küllerini İstanbul’a kadar bir kutuda taşıdım.

Ay doldu, yeni bir yıla girdik, ay küçüldü ve tekrar hilal oldu. Sevinçlerimizi , üzüntülerimizi ve var olan herşeyimizi paylaştık bu cennetköşede. Buluşmanın sonuna geldik. 3 gün daha geçti. Çıkamıyordum bu sahilden. Bağlandım, yavaş yavaş ayrılan kardeşlerin ardından bakakaldım. Ne yapardım bu arkadaşlarım olmadan? Koca dünyada nasıl yaşardım tekrar yapayalnız….Ama olsundu, artık bana hergün rainbowdu, hergünümü rainbowda gibi yaşayacaktım. Daha pekçok buluşmaya istediğim zaman gidebilirdim. Şifa oldu buluşma bana tam anlamıyla. Bir alman kızkardeşten küçük bir adanın ismini duydum. Yolda bir yerde dinlendikten sonra yeni istikametim bu ada olacaktı. Evet, parti adalarına gitmektense, turistik adalardansa bu küçük adaya gidecektim.

Adını şimdi hatırlayamadığım küçük adaya ulaşmak için; önce büyük, adını yine hatırlamadığım bir başka adaya dolmuş teknelerle gitmek gerekiyordu. Büyük adadan kayıklarla küçük adaya ulaşmak mümkündü. Hatta sular alçaldığında yürüyerek bile geçiliyordu küçük adaya. Dillerini bilmediğim tay kayıkçılara latince harflerle yazılmış küçük adanın ismini gösterdiğimde hep bir ağızdan bağırarak birşeyler söylediler. Niye kızdıklarını anlamadım. Neden beni götürmek istemediler bu adaya hiç aklım almadı. Başladım yürümeye. Nasıl olsa deniz alçalacaktı akşam, yürüyerek geçerdim sırtımda 20 kilo çantayla. Bu arada daha yolun başlarındayken buluşmadan bir kardeşle karşılaştım. Ailesini tsunamide kaybeden bu Tay kızkardeşin burada evi varmış, 7 -8 kişi buraya gelmişler , herkese yatacak kadar yer varmış. Tatlı mı tatlı tay kızcağız bu evi pansiyona çevirip para kazanmak istediği için ona yardım edeceklermiş. Önce sahili temizleyeceklermiş . ‘Sen de kal burada’ dediler, ‘bu gökkuşağı evinde’.‘ Yok’ dedim ‘ben küçük adaya gidiyorum,dönüşte size uğrarım, bir kaçgün sonra.’

Yoluma devam ettim. Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm. Kimi zaman tamamen yolumu, izimi kaybediyordum. Yolda karşılaştığım insanların el-kol işaretlerine göre yönümü bulmaya çalışırken; kendimi dikenlerin içinde bulup, zorla ilerlediğim oldu. Diken falan dinlemedim. Küçük adaya gidecektim. Tayland ormanlarının içinde yaşayan ailelerle karşılaştım, ‘sawadee kap’ diyerek selam verdim, hepsi bana nereye gittiğimi sordular ; ben de elimdeki kağıdı gösterince, gördükleri gibi , ince sesleriyele bağırmaya başlayıp bişeyler anlatmaya çalışıyorlardı. Ama anlayamıyorum ki dillerini, hissedemiyorum ne demek istediklerini. İnadımla inatlaşmayıp su verdiler,yemekler ikram ettiler. Teşekkür edip selametle ayrıldım yanlarından. Bir kez daha kaybolduğumda karşılaştığım ailenin babası beni oraya götürebileceğini söyledi. Ya da ben öyle dediğini sandım. Motorla arkasına oturmamı işaret etti,atladım motora. Ailedeki diğer kadınlar el sallarken biz uzaklaştık. Veeee geldik.

Nereye mi?

Kayıkçılara sorduğum limana . Başlangıç noktama.!!! Tam üç saat 20 kilo ile yürüdükten sonra.

Kendimi vücudum çiziklerle dolu orada bulduğuma çok bozuldum ama yılmadım tabii :) Beni götürebilecek bir kayık buldum sonunda. Adam beni götürdü,giderken hep birşeyler anlattı , anlamadım. Kayıktan indik birlikte, gösterdi bana.

Bak, bomboş, terkedildi burası!

Evet pansiyonda kimse yaşamıyordu. Hamaklar vardı . Kitaplar , misafirlerin hatıralarını yazdığı defter, minderler… Ama hiçkimse yoktu maymunlar dışında. Adada kalınabilecek tek pansiyon da maalesef terkedilmişti. Kimbilir ne gelmisti başlarına da oradan gitmişlerdi ailecek? Orada kalıcı olduğumu anlayan adam maymun gibi ağaca tırmanıp bana iki tane hindistan cevizi kesti.Suyunu içersin diyerek uzattı. Seni geri götüreyim diye biraz ısrar etti ama benim kararım netti. Adada kalacağım. Odalara baktım, bungalovların içinde yataklar bile duruyor. Kapıları açık..

Güneş tepelere çıkıp da sıcak bastıkça anladım iyice adamı. İçecek suyum bile yok ! Başladım hindistan cevizi sularını içmeye…

Issız bir adaya giderseniz yanınıza alacağınız 3 şey nedir sorusunu ilk defa o gün ciddi olarak düşündüm. Sırtımda taşıdıgım kirli giysilere ve eşyalara ihtiyacım olmadığı kesindi. En önemlisi su ve yiyecek. Bunlar olmadan yaşanmıyor!

Issız bir adada tekbaşımaydım. Maymunlar ve ben vardık. Adada gezindikten sonra deniz kenarına oturdum. Ufka bakarak tekbaşınalığı irdeledim. Ve komün yaşamı.
Hava kararmaya yüz tutunca korkmaya başladım. Akşamüzeri sular alçalır da büyük adaya yürüyerek geçerim diye düşünüyordum ama mevsiminden midir,ayın durumundan mıdır,nedendir bilmem, sular 20 kilo yükle geçebileceğim kadar alçalmadı.

Geçen kayıklara el sallayarak yardım istedim. Aynı filmlerdeki gibi! Geldi mi gözünüzün önüne halim? ‘İmdaaaaaat’ diye seslenerek yardım isteyişim... Bir balıkçı yaklaştı sonunda. Beni büyük adaya geçirdi. Para almadı. Neden orada olduğumu anlamadan, şaşkın, bakakaldı ürkmüş yüzüme.

Hava karardığında rainbow evine sığınmıstım. Bitkin,uykuya daldım.
Uyandığımda sol ayağım kocamandı!

Küçücük bir kesik iltihap kapmış ( Tayland havasında nemden çok yaygındı bu) ,üzerine basamıyorum. Orada muzağaçlarının altında bir hafta yattım. Ayağım ne yapsam inmedi. Kardeşlerden duyduğum Bangkok’taki çinli doktora gitmeye karar verdim. Motorsikletle limana bırakıldım, topallayarak karaya ulaşıp; buz gibi , turistik bangkok gece otobüsünü yakaladım. Sabah 10:00’da Bangkok’ta çinli doktorun aktarındaydım. Sihirli bir karışım hazırladı. Akşamüzeri 4’te Bangkok sokaklarında geziyordum. Mucizevi bir şekilde ayağım indi. Gecesinde psy-trance partiye gittim. Buluşmadan başka kardeşlerle zıplayarak dans ettim sabaha kadar.

O küçük adada nüfus kağıdımı kaybettim. 20 dolar kadar para ile birlikte bir cüzdancığın içindeydi.. Orada unuttum. Sahilde.

İki ay Tayland gezisi sonrasında Türkiye’de yeni bir kimlik ile hayatıma devam ettim.

iyi bayramlar olsun hepimize!

26 Ağustos 2011 Cuma

Sihirli Damlalar



Portland’a geleli iki hafta oldu. Geldiğimden beri bugün yogamın en güzel günü. Vücudum yumuşamaya başladı. Pekçok şeyin etkisi var tabii; bu sefer jetlag denen sersemlik fena vurdu, ancak kendime geldim. İstanbul’da oturarak geçirdiğim zaman burada morbisiklet tepesinde geçiyor. Bacaklarım alışmaya çalışıyor.

Öyle güzel ki insanın bildiği yere varması,hem de evi gibi hissettiği bir yere varması. Hiç koşturmuyorum, nasıl olsa herşeyin yerini biliyorum. Ve bir de yeterince zamanımın olduğunu bilmek çok rahatlatıyor beni. Yani hala kitapçıya gitmedim ama biliyorum ki kitaplar orada, 3-5 blok ötede, ben buradayım.

Bugünlerde Varanasi’nin gönlüme düşme sebebi de bu aslında. Oraya da ikinci ve hatta 6 ay içerisinde 3. kez gittiğimde de aynı hislere bürünmüştüm. Orada da evimde hissediyordum kendimi. Nerden ne alınır, ne yenir ,ne içilir keşfetmeme gerek yok, zaten biliyorum. Faklı bir doyum hissine kavuşuyor insan bildiği bir yere vardığında. Ve her bir güzelliği gördüğünde ‘evet’ diyor’ işte bu yüzden çok istedim tekrar gelmeyi buraya, işte bu yüzden çok seviyorum burayı.’ Onaylanma hissi. Kendi kendini onaylama. Onayladıkça mesut oluyorum.



Yine ‘ upgrade’ oldum sanki Portland’da. Çeşitli bitkilerin çiçeklerinden, kabuklarından, tohumlarından yapılan özyağlarla tanıştım. Tanışıklığım vardı tabii ama samimiyetimiz oldukça arttı. Son iki yıldır kendime ve en yakınımdakilere güzellik malzemeleri ve ilaçlar yapıyorum arada sırada. İçine güzel kokular versin diye aromatik yağlar koyuyorum. Mümkün olduğunca Türkiye’de bulunan en saf yağları kullanıyorum. Ya da başım ağrıdığında, cildimde bir pürüz olduğunda lavanta yağı sürüyorum. Aslına bakarsanız lavanta yağım olmadan pek evden çıkmıyorum. Çünkü yağların insanın modunu yükseltme, rahatlatma, moralini düzeltme, enerji –huzur verme etkisi var. Kalabalıkta yürürken ya da bir yere varıp da taakatten düştüğümde birkaç damla ile lavanta bahçelerine dalıyorum. Dedim ya burada bir tık daha attı zihnimde. Aslında aromatik yağların faydaları çok daha fazla ve bunları görmeye, ilgilenmeye, okumaya ve kullanmaya başladım. Herbir yerime ayrı bir yağ. Herbir soruna ayrı bir çözüm var. Misler gibi de kokarak rahatsızlıklarıma çareleri damlalarda buluyorum.



Aklımda bir ampül daha yandı işte bu özlerle ilgili. Bir damla yağ için o kadar çok bitki kullanılıyor ki bitkisel ilaçlardan ve çok sevdiğim bitki çaylarından çok daha etkililer! Direkt olarak kana geçiyor ve beyni etkiliyorlar, e bildiğiniz üzere herşey beyinde bitiyor. Tüm vücüdu beynimiz yönlendiriyor. Bir damla öz ile çok güçlü ve anında cevap alabiliyoruz. Eskiden bu özleri çıkarabilmek için daha fazla zahmet gerekiyormuş o yüzden ulaşmak çok daha zor ve pahalıymış. Sadece krallar, kraliçeler ,brahmanlar vs. kullanabiliyormuş. Şimdi sistem gelişmiş tabii yağlar çok daha kolay disitilize edilip çıkarılıyorlar ve ulaşılabilir fiyatlardalar. Ama bu noktada çok dikkat etmemiz gerek. Aromatik yağlar %100 saf olmadığı sürece,bitkiler tam toplanma vaktinde toplanıp,usulüne göre kurutulmadığında bir işe yaramıyorlar. Yani kimyasal koku verilerek oluşturulmuş yağların hiçbir faydası yok. E gercçekten bitkilerin özünden yapılanlar için yine de biraz paraya kıymamız gerekiyor.



Bu sihirli damlalar ile pekçok duygusal, fiziksel ve ruhsal rahatsızlık halleri giderilebiliyor. %100 saf olduğuna güvendiğimiz yağlar cilde direkt olarak temas edebiliyor. Buharından faydalanılabiliyor ya da ağzımıza damlatıp, suyumuza katıp yutabiliyoruz. Ayaklarımızın tabanında herkesin bildiğini varsaydığım üzere tüm vücudumuzun bağlantı noktaları var. Ayağımızın altına yağları sürersek mucizevi etkiler hemen kendini gösteriyor. Güvenli, saf ve şifalı. İncil’de 188 defa aromatik kutsal yağlardan söz edildiği söyleniyor. Mısırlılar tıp alanında, ilaçlarda, güzellikte ve yemeklerde kullanmışlar aromatik yağları. Mısır’da tapınaklarda hazırlanırmış. Tapınak duvarlarında ,hiyerogliflerde karışımların reçetelerini bulmak mümkünmüş. Yunanlılar masaj terapilerinde ve güzel koku olarak; romalılar da sağlık ve hijyen konusunda. Hijyen deyince aklıma geldi. Ev temizliği yaparken kovaya atacağımız birkaç damla yağ hem antiseptik olarak mikroplardan arındırıyor hem de şahane gibi koku sarıyor her yanı. Bilim insanları da kutsal yağları araştırıp onaylıyor. Neden hastalanıyoruz? Hücrelerimizde oksijen eksikliği olduğu için. Cildimize temas eden özyağların molekülleri çok küçük , o yüzden hemen emilip kana geçiyor, en fazla 20 dakika sonra hücrelere ulaşıp etkisini gösteriyorlar. Kanımız ve hücrelerimiz temizlenip yenileniyor. Doğanın kendisinden gelen yağların antiviral, antibakteriyel, antioksidan ve travma çözücü özellikleri de var. Örneğin kekik yağı doğal bir antibiyotik. Hap yerine yerine aynı sıklıkta kekik yağını boş bir kapsüle koyup yutarsak kimyasal antibiyotik ilaçların yaptığı görevi yapıyor, hem de bize hiçbir zarar vermeden. Ayrıca tedavi sürecinde kimyasal ilaçlara nazaran vücut özyağlara çok daha hızlı cevap veriyor.

Travmalarımız ise hepimizin var!!!! Elif arkadaşım tramvay der onlara:). Beyinlerimizde travmalar için özel bir oda ayrılmış. ‘Amigdala’ diye bir bezecik. Orada saklanıyorlarmış ve çözmek istersek gidip bu odanın kapısını tıklatmamız gerekiyor. Aksi takdirde tüm yaşam boyu odanın kapısı kapalı, taşmak üzere ,travmalarımız birbiriyle arkadaş olmuş , kurtarılmayı bekler halde gözümüzün içine bakıyorlar. Koku alma duyusu ile ulaşılabilir konumdalarmış. Yağları kokladığımızda hemen saklandıkları odayı uyarıyoruz ve şifalandırabiliyoruz. Yani kapıyı aralayıp onları bir bir serbest bırakıyoruz. Yastığımıza ya da çamaşırlarımıza damlatırsak kapı usulca çalınıyor.

Hem hamileler için, hem bebekler, çocuklar,kediler, köpekler,atlar hatta inekler(!) için güvenli. Ama tekrar etmek istiyorum %100 saf ve doğal olduğu sürece. Ben İstanbul semalarında salınırken Ekolife’dan alıyorum yağlarımı. Başka yerlerde de aynı markayı bulmak mümkün tabii. Ekolife’ın sahibini çok seviyorum. Hem bilgilidir, hem bilgisini paylaşır. Uzun uzun anlatır. Şifa dolu yaşamını gözlerinin ve dükkanının ışığıyla yansıtır, insanı şevklendirir.

Portland cennetinde böyle mis kokular ile geçiyor günler. Artık dişmacunu dahil
hiçbir ürün almayacağım. Çünkü hepsini kendim yapabiliyorum. İhtiyacım yok. Hiçbir kimyasal ilaç kullanmıyorum . Çünkü ilaçlardan daha güçlü sihirli damlalarım var. Ama Allah göstermesin, insanın başına herşey gelebilir. Batı tıbbında çare arayabilir. Hepimizi doğa-anaya emanet ediyorum. Şifada kalın…