1 Eylül 2011 Perşembe

Denize dalmak yani Yoga


Geçen gün özel durumum nedeniyle yoga yapmadım ama dersi izlemeye gittim. Çok faydalı oluyor, yapmadan sadece izlemek. Kimin, neyi ,nasıl yaptığını görmek için değil de derrsin nasıl aktığını görmek için. Ya da eğer kaçırdığın bir şey varsa onu yakalamak için. Buradaki sınıfımızı çok seviyorum. Köşeden kocaman bir Hanuman ve Nararaja Shiva da mumlarla aydınlatılmış bizi izliyor. Gün doğmaya yüz tutunca, yukarıdaki küçük pencerelerden rüzgarla sallanan ağaç dalları görünüyor.

Sabah serinliği burun deliklerimizden içeri doluyor, sınıfta loş bir ışık … Defne Hocamız konuşuyor. Herkes kendini onun sesine teslim etmiş. Bu teslimiyette hiçkimse kendi farkındalığını unutmuyor. Çok sık olmaz; ama olur da Defne şaşırıp sağ yerine sol derse, biz ayık olup, onun söylediğini değil de doğru olanı yapıyoruz. Sabahları sanki onunla birlikte yüzüyoruz. Yavaş yavaş giriyoruz denize. Önce biraz sahilde oturup bize kollarını açmış engin denize bakıyoruz. Sonra kendimizi hissediyoruz. Elim, kolum, bacağım, ağzım, burnum ve nefesim var benim. Farkediyoruz. Sonra kendimizi yavaş yavaş ılıştırarak denize dalıyoruz.

Ne kadar derine dalacağımız o anki halimizle, o gün ne hissettiğimizle, nasıl uyandığımızla, ne rüyalar gördüğümüzle ve en önemlisi en son ne zaman yemek yediğimizle alakalı. Çünkü eğer karnımız boşsa başka hallerin bizi etkilemesi daha zor oluyor. Düşünsenize, karnınız tıkabasa dolu iken denize girdiniz. Batarsınız. Ben genelde en son bir önceki öğlen, en kötü ihtimalle bir önceki öğleden sonra birşeyler yemiş oluyorum, rahat rahat kulaç atıyorum. Ama gün geliyor illaki bir akşam önce bir partide, bir davette bulunmuşum ya da egoma yenik düşüp birşeyler yemişim. O zaman da gelip yogamdaki farkların ayırdına varıyorum ertesi sabah ve böyle durumları mümkün olduğunca minimumda tutmaya çalşıyorum. Defne'nin sesi yumuşak ve nötr. Burada herkes sabahları hiç konuşmadan yogaya gelebiliyor. Çünkü gelmek için dolmuşa, vapura binmek zorunda değil hiçkimse. Alacakaranlıkta bisikletine, arabasına atlayıp , pıtır pıtır geliyoruz sahile… Her sabah birlikte açılıyoruz.

Ben onların nasıl da süzülüp gittiklerini izlerken, bir anda ilkokul sınıfım gözümün önüne geldi. Kara tahta, kara önlükler, bembeyaz dantel yakam, beyaz çoraplarım. Tertemiz başlardım güne. Çok tatlı tatlı hazırlardı annem beni. Bıkmadan, usanmadan her sabah erkenden uyanırdık birlikte. Kimi zaman babam çoktan işe gitmiş olurdu. Sınıf ögretmenimiz sarışındı, renkli gözlü. Topluca ama çok güzel ama hırslı ama sinirli. Sınıfımızda soba yanıyordu. Hayal meyal hatırlıyorum sobalı günleri. Sonrasında kaloriferli, mavi önlüklü günlere geçtik. Renk doldu içime, mavi renk şifa oldu hepimize. Gözümüz gönlümüz açıldı. Sınıfımız soğuktu, renkleri soguk, masa soğuk, tahta soğuk . Biz 62 kişi, yanyana 3 kişilik sıralarda oturup, ısıtırdık birbirimizi. Anadolunun bu şehrinde. Bursa’da Uludağ eteklerinde. Bahçemiz büyük ve betondu. Ağaç yoktu pek.

Sakin bir çocuk olmama rağmen coşku dolardı bazen içim, şimdiki gibi. Ben de koşardım herkesle. En heyecanlı oyun kral kraliçeydi. Bakar bakar seçemezdim kralımı. Hiçbiri benim gerçek kralım değildi. Bu yüzden her defasında kralımın değişmesi canımı sıkmazdı. Simit kuyrukları olurdu tenefüste. Sadece simit, açma , ayran ve uludağ gazoz satılırdı. Tost bile yoktu galiba. Hatırlamıyorum. Öğretmenimiz adı gibi narin görünüşlüydü. Çok severdim onu. Ama tembellere tahammülü yoktu . Hem de hiç. O birşeyi anlattıysa ve anlamdıysan tembeller sırasındaydın. Tembeller ve çalışkanlar sırası olarak ikiye ayrılıyordu sınıf.

Bir kez düştüm ben tembeller sırasına. 1402 Ankara savaşını bilemedim sözlüde. Karıştırdım, emin olamadım ve cevap veremedim. O korkunç an benim de başıma geldi. Tembellerin içinde bütün günüm ağlayarak geçti hıçkırarak. Annem hiç kızmadı. 9 adet ansiklopediden okurdum tüm bilgileri. Evimizde 9 çeşit kaynak vardı. Aynı hikayeyi benzer kelimelerle. Her sabah 4te kalkardım. 8de yatardım çünkü. Annem kural koyduğundan değil, yorulurdum uykum gelirdi. Sabah kalkar, salondaki masaya açardım kitaplarımı. En sevdiğim turuncu hayat ansiklopedisiydi. Gözlüklerim gözümde okurdum tekrar tekrar aynı şeyleri.

O gün, tembeller sırasına düştüğüm gün yani, eve vardığımda kendimi topladım ve tarihi ögrendiğimiz yere kadar sular seller gibi okudum. Sokağa çıkmadım . İp atlamaya. Ertesi gün tekrar sözlüye kalktım, soru aynıydı. Ankara savaşı 1402. Korkudan, heyecandan kalbimin güm güm güm çarpmasından sesim çıkmadı. Biliyordum ama cevap veremedim. Yıkılmış, tembel sırama oturdum yine. Bir sonraki sözlü ertesi gün yine aynı soruya gözyaşları içinde cevap verdim. Hıçkıra hıçkıra anlattım Yıldırım Beyazıt'ın başına gelenleri. Ortaokul ve lise yıllarında da hep bu konu geldiğinde ben anlattım Yıldırım Beyazıt Timur’a karşı.

Öğretmenimiz topuklu çizmelerini giyer, öyle döverdi tembelleri. Topuklarıyla! İçim acırdı tembellere. Anlardım onları. Beni hiç dövmedi. Sıra dayağına çektiğinde bile, yani tüm sınıf ellerini açıp kuzu gibi bekliyor , o da tahta cetvelle avuçlarımıza vuruyordu. Benim yanımda bir ara tembel bir arkadaşım oturuyordu. Gözümün önünde ona çaaat diye hızla vurup , bana kıyamaz hafifçe vururdu. Anlamazdı tabii tembel arkadaşıma vurduğunda acıyan kalbim yanında ellerime aynı hızla vursa vız geleceğini. Bir amacı vardı öğretmenimizin. Anadolu lisesi sınavını kazanmamız. Şimdi tam rakamı hatırlamıyorum net olarak. Ama 62 kişinin 15kadar kişisi 5 yıl sonra korkudan anadolu lisesi sınavını kazandı. Ben de dahil. Rekor kırdı narin öğretmenimiz. Anadolu lisesinden toparlanıp ziyarete gidilirdi kendisi. Hiç gitmedim ben . Bir kere yolda gördüğümde, dönercide daha doğrusu, soğuk soğuk gülümsedim.

Anadolu lisesine girer girmez, ilkokulda hiç 5ten yani pekiyiden aşağı bir not getirmemiş olan ben, anadolu lisesinde kırık olmasa da tüm derslerden zar zor geçiyordum. Saldım. Hiç çalışmadım. ‘Hayatın değişecek o okula girersen’ dediler ya bakındım durdum etrafa . Neden bu kadar önemliydi bu okul? Arkadaşlarımdan. Benim gibi inek olanlardan mı yani? Yok rahattım ben artık. Onların dediklerini yapmayacaktım . Çalışmayacaktım o saçma sapan öğretilenlere. Boş bilgiler doldurmayacaktı aklımı. İngilizce ve almanca çalışıyordum yalnızca.

Yıllar sonra 2009 mart ayında Kapadokya’da mağarada kalırken binbir çeşit rüyaya daldık bir grup melek arkadaşımla. Onlar geçmiş hayatlarına gittiler. Ben de ilkokul öğretmenimle ilk o zaman buluştum. Saçları punk ve pembeydi. O zaman affettim hem kendi punk hallerimi hem onu. Hayatımızda çok önemli bir yeri var öğretmenlerimizin, artık seçme şansımız da var. Ne güzel! Defne de disiplinli ama disiplin korkutarak verilecek bir şey değil. İçinden gelmeli insanın. Bunu o da biliyor.

Ayliş

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder